İştisan Kolektif’in röportaj teklifini kabul ettiğin için teşekkür ederiz. Bu yaz seni en çok besleyen, sahneye ya da yaratıcılığına ilham veren şey ne oldu?
Gerek komedilerimde gerek dramlarımda çoğunlukla izleyiciyle birlikte odaklanmak istediğim durumlar hem iç dünyamdaki hem dışarıdaki tozu dumana katan rüzgarlar, çürümeler ve ekşimelerdir. Külçe gibi ağır çelişkileri seyir keyfiyle dramatize edebilmek için kişisel labirentimin ve sokakların çığlığını, sancılarını, çelişkilerini duymaya, kuytuda kalanı anlamaya, derinlerimizde direnci kırılan yaşama arzusunu desteklemeye odaklı bir okuma pratiğim var.
Her ne kadar rejisörler için repertuarları koşulların yönlendirdiği teknik detaylarla yüklü bir pragmatizme bağımlı olarak görülse de ben "rejisörlük yapma" yı" sevmem. Hikayeler kurarak onları projeler haline getiririm. Uygun koşullar oluşana dek çekmecelerde tutar, bazen de çöpe atmayı göze alarak tasarımlar üretirim. Sahaya çıkma aşamasına gelmiş bu tasarımlar sunacağımız kitlenin, kişisel dünyamın, yapımın ve de binlerce yıldır süregelen sanatsal geleneğinin reel ihtiyaçlarının bileşkesidir. Bu bağlamda bu yaz biri kendimkaleme aldığım diğeri birkaç yıldır üzerine çalıştığım iki projeyi sahnelenmeye hazır hale getirebildim.
Bildiğim kadarıyla bu sezon Şehir Tiyatroları’nda sahnelenecek Haramiler’in provasındasınız. Sahne gerisinde nasıl bir yaratım süreci var? Provalarda ortaya çıkan atmosfer, metinle kurduğunuz ilişki ve müziğin oyuna kattığı ruh üzerine neler söylersiniz? Tüm bunlar birleştiğinde seyirci nasıl bir dünya ile karşılaşacak?
Haramiler' i Şehir Tiyatroları'nda minyatür estetiğine yaslanarak daha önce sahnelediğim, İstanbul Efendisi, Şark Dişçisi ve Şekerpare oyunlarının değişik bir varyantı olarak görüyorum. Metin Musahipzade Celâl'in üç farklı oyunundan yola çıkılarak kaleme aldığım füzyon bir kurgu. Bir çeşit hibrit adaptasyon da diyebiliriz. Çok uzun bir hazırlık sürecinden geçti ve gerek akademik gerek sanatsal anlamda çarpıcı bir metin elde etmeyi başarabildim sanırım.
İçinde sert dokunuşların, şarkıların, dansların, hicvin ve çokça da maharetin bulunduğu konvansiyonel izleyiciye yönelik, nitelikli bir eser çıkarmaya çalışıyoruz. Sadık izleyicilerimizin yanı sıra yeni kuşağın popüler eğilimlerine göz kırpan, yapay zekanın ve deep house müziğin katkısıyla etnik-pop bir atmosferde, güncel politiği daha çok sahneye taşıdığımız, gelenekseli post nostaljik dokunuşlarla yeniden yorumladığımız bir süreçteyiz. Zor ve meşakkatli bir süreç fakat ekibin moral motivasyonu çok yüksek. Birbirini seven, anın kıymetini bilen, yoksunluğu tatmış, çok becerikli, çok kalifiye bir ekiple aşk içindeyiz.
Haramiler’in kökleri geleneksel tiyatroya uzanıyor gibi görünüyor. Siz, uzun yıllardır bu kuruma emek veren biri olarak, oyunun bu geleneğe nasıl eklemlendiğini düşünüyorsunuz? Bu bağın, bugünkü sahne dilinize nasıl yansıdığını anlatır mısınız?
Güzel soru fakat konu uzun. Kısaca değinmeye çalışayım; Benim geleneksel ve yerelle kurduğum ilişkide çoğu zaman bir yanlış anlaşılma oluyor. Ben geleneksel oyunlar sahnelemiyorum. Geleneği pos-nostaljik dokunuşlarla yorumlayarak gelenekselin tabanında bugünün ve şimdinin anlamını eksene alan özgün formlar tasarlıyorum. Şehir Tiyatrolarının arketiplerinde var olan ve fakat giderek unutulmaya yüz tutmuş ifade karakteri ile çok sıkı bir bağlantım var.
Bildiğiniz gibi Dar-ül Bedai'nin kuruluşu İkinci meşrutiyetin ilanından hemen sonraya rastlar. İkinci kuşak tanzimat hareketinin sanatsal ve toplumsal dinamikleri aynı zamanda tiyatromuzun geleneğini biçimleyen bir etki oluşturur. Dünyada eşi benzeri bulunmayan "tuluat tiyatrosu" nun ve Batı'ya entegre eğilimler üzerinden işletilen toplum mühendisliğinin tüm izlerini bünyesinde barındıran bir karaktere haiz doğar. Her ne kadarMuhsin Ertuğrul'un vizyonu kurumun Batı Tiyatrosunun yerleştirilmesi yönünde çalışsa da geleneğin ve minyatür estetiğinin etkileri sanatsal ifadelerde kuşaklar boyunca devam eder. Ki bu yönelim 70'li yıllardaki Türk Sinemasının genel eğilimlerini de belirleyecektir. Yani sinemamızın ikonları Adile Naşit'lerin, Münir Özkul'ların, Kemal Sunal'ların Suna Pekuysal' ların vb. Şehir Tiyatrosunun karma geleneğiyle yakın bir ilişkisi vardır.
Kuruma geldiğimde büyük bir toz bulutunun içinde iyice cılızlaşmış ama duayen ustalar üzerinden hala yaşayan bu karakteristik özellikleri fark ediyor fakat oryantalist reflekslerle küçümsenen ve hatta şeytanlaştırılan bu paydanın evrensel perspektifler üzerinden anlamını bulmaya, kıymetini anlamaya çalışıyordum. Lüküs Hayat Müzikali' nde 30 yıl süregelen izleyici başarısına rağmen yöneticilerin ve hatta yönetmeninin bu "kontrol edilemez" oyuna karşı sürekli özür diler tutumları ve mutsuz bir sofistike maskenin ardına gizlenmeye çalışılan aşırı eğlenme ve gururlanma hali çok ilginç geliyordu. El yordamıyla ya da kendiliğinden kendini sahneye taşımış, izleyicinin arketiplerini harekete geçirerek kollektif algıda tarihsel yerini bulmuş bu fenomen oyunda kimse neyi başardığının farkında değildi, keza entelijensia da...
İşte o sıralar birbirini iten tezatlar üzerine düşünmeye başladım; Batı'nın perspektif kavramının karşısında Doğu' nun minyatürünü, çok sesli müziğin karşısında makamsal müziği, doğrusal gerçeklik karşısında "burada" ve "şimdi" yi, "karakter" karşısında "Clown" u. Kısaca "biz" kavramını... Farkındalık içermeyen, kişisel reflekslere tutunmaya çalışan özgün kimliğimizi bilinçle sahneye taşımaya çalıştım. Amacım izleyiciye geleneksel tiyatronun nostaljisini yaşatmak değil, geleneği sondajlayarak arketipleri keşfetmek, özgün ve biricik olanı sahneye taşımaktı. Başlangıç noktam İstanbul Efendisi'ydi bugün Haramiler'le süreç devam ediyor.
Kariyerinize dönüp baktığınızda, yeniden ele alma fırsatı bulsanız sahnelemek ya da oynamak istediğiniz bir eser var mı? Bugünkü Engin, o oyunu ya da rolü nasıl ele alırdı?
Sanatta kırkıncı yılıma geldim. Bugüne kadar ürettiğim ne varsa hepsini bugün baktığım yerden yeniden ele almak isterdim. Fakat bu arzu otuz yıl, yirmi yıl önce de böyleydi. Hiç yapmasam olurdu dediğim projelerim oldu. Çok önemli rolleri çok yanlış oyunculara teslim
ettiğim de... Fakat hiç öyle derin pişmanlıklarım olmadı. Hataları tekrarlanmadığı sürece ilerlemenin yollarından biri olarak görüyorum. Öğrenmenin, keşfetmenin ve hatta özgürleşebilmenin bir yolu.
Bugün tiyatroya başlayan gençlerin karşısında, sizin mesleğe adım attığınız döneme kıyasla nasıl bir dünya var? Bu dönemin en büyük kolaylığı ve en büyük zorluğu sizce nedir?
Aşk, sevinç, zevk, hakimiyet, başarı... Ya da sıkıntılar, hayal kırıklıkları, öfke, pişmanlık, yılgınlık, anlamsızlık... Benzer hisler yaşanılan döneme bağlı kalmaksızın insan olmanın daimî eşlikçileri. Tarihte de böyleydi, şimdi de. Öyle olmasaydı insanlık "medeniyet" ekseninde zamanda bir arpa boyu yol alabilirdi. Yalan, hile, şiddet, zorbalık, kayırmaca, kıskançlık, haksızlık aynı...
Kuşakların hisleri zamandan bağımsız kardeştir. Sadece öznel hikayelerin taşıyıcıları, uyaranları, koşulları, direnç noktaları değişir. Bizim kuşağımız "tiyatrocu" olmak için, fakir ölmeyi göze alarak yola çıktı. Şarkıcı, türkücü filmleri, porno seslendirmeleri ve cılız TRT yapımları dışında tiyatrodan başka gelişebileceğiniz, para kazanacağınız, kariyer inşa edebileceğiniz bir alan yoktu. Bugün "oyunculuk" her türlü entertainment alanı barındıran, tiyatronun giderek denklem dışında kaldığı bir sektörün parçası oldu. İnsanlar büyük paralar, ün ve saygınlık kazanma hayalleriyle işe başlayabiliyorlar. Pek azı başarıyor da. Bizim kuşak çok az sayıda okulda, ya da sayısı çok az olan kumpanyaların alayında gözünün yaşına bakılmayan sınavlardan geçerek yetişebiliyordu. Bugün ise her isteyen sürüsüne bereket okullardan birinden bir diplomayı kolayca alabiliyor. Biz daha kolay istihdam yolu buluyorduk ama neredeyse boğaz tokluğuna çalışmak zorundaydık. Bugünün gençleri iş bulabilirlerse daha iyi kazanıyorlar ama yığınlar halinde işsizler. Biz bir kuruma kapağı attığımızda kıçımızı yayıp ilerleme yollarını kapatarak asalaklara dönüşüyorduk. Bugünün gençleri geçim kaygısına bağlı vitrinde durma telaşından zaten çökmüş eğitim sisteminde öğrendiklerinin üzerine bir tuğla dahi koyamadan dondurulmuş hayatlar yaşıyor. Sezgiye bağlı öğrenme yollarıyla, saf yeteneğe tutunarak bir ömürlük kariyer ve kazanç peşindeler.
Bu ve benzeri durumlar geçmişte de farklı değildi. Tek fark, toplumsal ve kültürel çürüme bugün çok daha şiddetli yaşanmakta. Sıradanlık kutsanırken örgütlü bir pragmatizmin insani olanı değersizleştiren vahşi saldırganlığına giderek daha çok maruz kalmaktayız. Gelecek endişesi her çığlığı, her serzenişi haklı kılıyor elbette. Homurdanarak, vızıldanarak, şikâyet ederek, küfrederek ve fakat hem iç dünyamızda hem de dış dünyada eylemden yoksun, küskün, bezgin, umursamaz hayatlar yaşıyoruz. Mutsuzuz, bizden öncekiler gibi. Bir şey yaratırken, üretirken en yorgun ve ümitsiz halimde kendi iç sesim bana şöyle diyor; genç arkadaşlarıma sadece bunu önerebilirim. Merak et Engin! Soru sor Engin! Kımılda ve içini çoğalt Engin!