İştisan'ın 2012 yılında Şehir Tiyatrosunun değiştirilen yönetmeliğine karşı başlattığı "Sanat Maratonu" eyleminin öncesi ve sonrası...

Selam Olsun Maratonculara... İştisan'ın 2012 yılında Şehir Tiyatrosunun değiştirilen yönetmeliğine karşı başlattığı "Sanat Maratonu" eyleminin öncesi ve sonrası...

 

1.BÖLÜM: ÖNCESİYLE…

 

SORU: Sahi, bir sanat maratonu mu yapılmış bir zamanlar? Ne zaman, nasıl olmuş bitmiş?

CEVAP: Adı üstünde yahu! Kolay bitmez o!

 

Sanat Maratonu herşeyden önce bir İştisan eylemidir. Baştan sona İştisan’ın kaynakları ve resmi statüsü üzerinden hareket edilerek hayata geçebilmiştir. İştisan;  yani Şehir Tiyatrosu Sanatçıları Derneği, üyeleri ve tarihi ile güçlenen, yadsınamaz değerde bir sivil toplum örgütüdür. Ben de çok uzun yıllardır bu derneğin bir üyesiyim. 

Sanat Maratonu, bana göre derneğimizin  örgütlediği en önemli ve hem biçim hem de içerik açısından en sıra dışı eylemdir.  

Bu konuda bir yazı yazmamı rica ettiklerinde, öncesinden ve sonrasından söz etmeden Sanat Maratonu’nun anlatılamayacağını, çok  eksik kalacağını biliyordum. Arşivimde, yazılarda, fotoğraflarda dalıp gittim o yıllara.. 

İşte şimdi benden istenen bu yazıya, ve o süreçten kalan çeşitli yazılarımdan alıntılar da eşlik edecek. 2025’e gelene dek içimde  birikenlerin süzgecinde,  kişisel perspektifimden görebildiğim  kadarıyla Sanat Maratonu, öncesi ve sonrası üzerine bazı gerçekleri, tiyatromuz ve ülkemiz açısından saptamaya çalışacağım. 

Doğrusu bu iş, bana pek güç geliyor. Çocuklarımın yüzünü bile göremeden geçen aylar boyunca o kadar ter ve emek akıttım ki o sürece, sonuç meyvelerinin olgunlaşmış tadını tam olarak bilememek içimi burkuyor. Hele bizim memlekette hayat ne kadar kısa; olgun, olumlu  sonuçları görebilmek için.

Ne yavaş ilerliyor bizde, güzel günlere olan yolculuk! Yine de damağımda kalan müthiş hoş bir tat var elbette. Yol arkadaşlarımda da vardır. Ben, özellikle hiç bilmeyenlerle bu tadı paylaşmak itkisiyle oturdum yazının başına. 

Önce kendi duruşumu anlatabilmek adına, bugünden  22 yıl geriye dönelim. Yönetmelik değişikliği, Sanat Maratonu ve diğer her şeyden çok öncesine…

2003 biterken bir yazı yazmışım;

 

“YENİ YIL KUTLU OLSUN!

Umutsuzluk, karamsarlık, yalnızlık duygusu bulaşıcı gibiydi geçtiğimiz yıl içinde.  Hepimiz bir şeyler bekledik, kendimizden, birbirimizden, ülkemizin yönetiminden, tiyatromuzun yönetiminden, İŞTİSAN yönetiminden…. Beklentilerimizin tam olarak karşılandığı söylenebilir mi? Hiç sanmam… Beklentilerimizin bizlere yüklediği bir sorumluluk da vardı kuşkusuz… Peki bu sorumluluğun gereğini ne kadar yerine getirdik? Bunu da tek tek her birimiz düşünmeliyiz.. Ancak o zaman duygusallıktan biraz arınmış olarak bazı değerlendirmeler yapabiliriz… 

Tiyatromuz özelinde, prömiyerler, alkışlar, acı kayıplar, büyük yanlışlar, insansızlaşma, iletişimsizlik, bolca bulanıklık vardı.. Gelenek olduğu üzere, “iyi sezonlar” dileyemeden başlayan ve pek çok değerli geleneğin daha unutulduğu bir yönetim anlayışıyla geçen bir yıldı bu. Tiyatromuzun yönetimi, sanatçıların çoğunluğunun üye olduğu İŞTİSAN’ı yok saymak istedi bu süre içinde. Eleştirilere kulaklarını tıkadı ve yönetilmesi gereken, memur zihniyetli bir “çalışanlar topluluğu”ymuşuz gibi, ulaşılmaz patron tavrını keskinleştirerek sürdürdü… Yevmiyeli sanatçıları “işten atmak” tehtidi ile sindirmeyi büyük ölçüde başardı… İşten atamayacaklarını, para cezalarına çarptırdı, oyaladı, manevi işkenceler uyguladı…  

Dünyanın en ağır mesleklerinden birini yapıyoruz..Bu koca sanat kurumu, sanki sürümden kazanılacak bir imalathane, bizler de  yola getirilmesi gereken elemenlarmışız gibi, düşünmeye, konuşmaya, tartışmaya zaman bırakmayacak şekilde işe koşulduk..  Bu bakış açısı, izleyiciye sunulan oyunları da, burada emek veren bizleri de niteliksel değil niceliksel değerlendiren bir yaklaşımdan başka bir şey değildi. Bizlerle topluca buluşup, konuşmaktan sürekli kaçan bu yönetim,  sanatçı kimliklerimizi yok saymaya devam ediyor.. Peki ya bizler? Neredeyse seçtiğimiz yaşam biçiminin ne olduğunu, TİYATRO’yu unutmaya mı başladık ne? Bizler kendimizi ve birbirimizi ne kadar değerli buluyoruz? Bu değere ne kadar sahip çıkıyoruz?  Ne kadar birlikteyiz? İştisan’ı bir buluşma zemini olarak sahiplenmeden, ne kendimizin ne de birbirimizin sorunlarına çözüm bulamayacağımız açık değil mi? Bu derneğin etkinliği öncelikle, yaratıcı, sorumlu, art niyetsiz, öneri getiren, sorumluluk üstlenen, bedelleri göze alan, kendi duruşunu netleştirmiş ve birbirini bu açıklığa davet eden sanatçı üyelerine bağlıdır… Bizi birbirimizden ayıran, yetenek, donanım, kişilik yapısı ve beklentilerimiz neden zenginliğimiz olmasın ve neden sadece mesleğin temel ilkelerinin savunulması için bile olsa, elimizdeki tek somut platform olan İştisan, bizi buluşturmasın? Üstelik İstanbul Şehir Tiyatrosu’’nun önemli bir kurum kalması artık buna bağlıysa? Bunu başarmak, “YENİ  bir yıl mı, YİNE bir yıl mı?” sorusuna yanıt vermekle mümkün. 

Tiyatromuz yönetimine, yapıcı, şeffaf ve sanatçıya yakışan bir tutum ve anlayış olmazsa olmaz demek ve hepimizi  tiyatronun vazgeçilmez değerlerinde buluşturmak üzere, Tiyatro’muz için, İştisan buradadır. Hepimizindir. 

Hepimize, sağlıklı, dayanışma içinde, saygın, aydınlık ve hakedilmiş alkışları hedefleyen bir “YENİ YIL” dilerim…”

30 Aralık 2003

Bu yazıya bakınca bugün hala, eleştiriden çok öz eleştiriye muhtaç olduğumuz gerçeğine şaşıp kalıyorum. Okuyacağınız bu yazının içinde eleştirilerim de övgülerim de olacak ama mutlaka özeleştirel cümleler olmasına da gayret edeceğim.

Dayanışma, ucunda maddi-manevi bir tatmin olmayacaksa girdiğimiz bir kulvar değil bu memlekette. Bendeniz de, itiraf ederim ki; içinde olduğum her dayanışma ve direniş eyleminde sadece manevi bir tatminin peşinde olageldim. “Her şeye rağmen direndim!” “Susmadım!” “Oradaydım! ” demenin eşsiz tatmini. Evet itiraf ediyorum. Böyle yürüdüm yolumu. 

Böyle erdim muradıma. ????

Daha o tarihlerde kendisini göstermeye başlayan, nabız yoklayan o; ayrıştırma, yalnızlaştırma, iftiralar ve tehditler ile sindirme, cahilleştirme amaçlı  karanlık, her müsait piyonu sahalara sürerek adım adım ilerledi maalesef. 

SORU: Sanatçıdan piyon olur mu?

CEVAP: Oyun satrançsa olur! 

 

TÜRKİYE’NİN EN KÖKLÜ SANAT KURUMUNUN TEMELİ NASIL KAZILDI?

Önce;  Avrupa Birliği uyum yasaları bahane edilerek, İstanbul Şehir Tiyatrosu’nun özerk bütçesini, belediyenin katma bütçesine dahil ettiler. Bu zaten yetersiz olan bağımsız yapımıza büyük bir darbe indirdi. Elimizden geldiğince protesto ettik. Sonuçların zararlı olacağını anlatmaya çalıştık. Sonuç alamadık. Emir demiri kesti. Zaten biraz bulanık olan, yaratıcı sanatçıların ufukları ve kurum çalışanlarının ruh halleri pranga altına alındı. Sanatsal yaratıcılığın, üst düzey bir kalite ile seyirciye ulaşması için gereken ve daha önce de zaten yetersiz olan kaynaklar, iyice ulaşılmaz oldu. Sanatsal ihtiyaçlar ve nedenler bazı bürokratlara açıklanmaya çalışılır oldu. Çünkü onların imzası olmadan, oyunlara bir mum, bir çivi bile alamaz olmuştuk. Taleplerimiz anlaşılmazsa, sanatsal ödünler veriyor, çaresizliğin yaratıcılığı ve depomuzdaki malzemelerle başımızın çaresine bakıyorduk mecburen.  

Ama bir de anlaşılırsa, bir de o imza atılırsa, bir de zamanında onaylanırsa, bir de satın alma oyun tarihine yetişirse, bir de doğru malzemeyse değmeyin keyfimize… Bir şeyleri hayata geçirebildik diye seviniyorduk. Tıpkı bugün olduğu gibi yani.

Devam edelim… Sonra; 

Bir de baktık; “İstanbul, bir dünya şehri olarak kongre merkez’siz kalmasın” diye, Harbiye’deki ana binamızda temelimize fiilen kazma vuruldu. Çok direndik, protesto eylemleri, basın açıklamaları.. Sonuç alamadık. Emir demiri kesti. Kimimiz birkaç hatıra demir ya da halat parçası saklıyoruz hala yıkıntıdan andaç aldığımız…

“Canım ne var bunda, tıpkı AKM gibi, eski ve kötü bir bina. Şimdi modern, son model donanıma sahip, yepyeni bir binamız olacak” diyenler vardı. Kim bilir belki de haklılardı. 

Zaman, kılı kırk yararak ve jet hızıyla geçti.

Yeni bir binamız oldu. Ama bu bina akıllıydı. Bu nedenle duygular içine girmeyi zorlaştırıyordu. Mesela; DEV  kongre merkezinin içinde, eksi 6. kattaki karanlık otoparktan, çok uzun dakikalar boyu metalik bir asansör kutusuyla tiyatromuza çıkarken ya da itfaiyenin köşesini dönemeyip, falanca kişinin teşrifi, filanca lansman etkinliği ya da sempozyumu gerekçesiyle kapatılan yollarda polis kordonlarını aşmaya çalışırken, coşan o fobik duyguları, fuayenin pahalı mermer zeminine basar basmaz terketmek gerekiyordu. 

Yepyeni bir bina. 

Duvarlarında, fuayesinde sahnenin tahtasında, kulis aynalarında, portalden gizlice seyirciye bakılan deliklerinde, tebeşirle yazılmış isimlerle dolu sahne kenarlarında artık hiçbir iz kalmayan, o eskimeyen izleri şimdi yeniden oluşturmak zorunda kalınacak olan, yeni bir duyumsuz mekan dayatan, yepyeni bir akıl. Pardon! Bina! 

Varsın açılan pencereleri, çiçek saksıları, her saat tost yapılan, çay içilen, sanatçılara yakışır bir kantini olmasındı. Yepyeniydi bu bina. Yeni, mis gibi mermer, beton ve çelik… 

Mesela seyircilerine yakışan özende ayrı bir kafe bölümü, kütüphanesi, sanatçıların ruhunu ve ihtiyaçlarını düşünen; şöyle; İstanbul’a nazır, makul fiyatlı bir lokantası, çocuk tiyatrosu için tasarlanan bir sahnesi, prova ve dinlenme odaları, dans ve egzersiz atölyeleri,  küçük bir bahçesi, bahçesinde bir ağaç gölgesi… Neyse! Böylesi düşler akıllı bir binada tutunamaz doğal olarak. Fazla nankörlük etmeyelim. Yeni bir binamız oldu.

Protestolarımız sürüyordu. Yönetim kurulumuza belediyeden iki bürokrat eklemlenmişti. Bize çok iyi insanlar oldukları söyleniyordu. Sanki bu bir kritermiş, mesele ilkesel ve siyasi değilmiş gibi! Sanatsal özerklik açısından kaybedilen bir mevzii yokmuş gibi! Gidişat tehlikeliydi. Yavaş yavaş farkedenler çoğalıyordu. Şehir Tiyatrosu sanatçılarının çoğu İştisan’ın, kendilerini ifade edebilecekleri, mesleki temel hak ve ilkeler üzerine tartışabilecekleri önemli bir mecra olarak ellerinde olduğunu anlamaya başlamışlardı.  Derneğimiz basın açıklamaları, toplantılar, tartışmalar için daha aktif kullanılmaya başlanmıştı, üye sayısı yükselişe geçmişti.  

SORU: Peki, dernek faaliyetlerini küçümseyen, tehlikeli ya da anlamsız bulan, bıyık altından gülen, yüze gülüp çetele tutanlar yok muydu kurumda? 

CEVAP: Onlar hep var.

Zaman, kılı kırk yararak ve jet hızıyla geçiyor. Muhafazakar sanat diye bir yapay gündem, sanatçılara karşı bir karalama kampanyası… Yavaş yavaş kaynayan bir kazandayız gibi.  

Bir vakanüvis değilim. Detaylı ve kronolojik bir yazı da planlamamıştım doğrusu. Atladığım oldukça önemli adımlar, ziyaretler, olaylar mutlaka vardır. Yine de belirleyici nitelikte olaylar ve bir karanlık projenin sanat cephesindeki işleyişi üzerine, genel bir bakış olabilir bu yazı belki. 

KARA HABER

2012 yılı Nisan başları. Öğlene doğru telefonum çaldı.  Ve kara haber geldi! Belediye tiyatromuzun yönetmeliğini kaşla göz arasında değiştirmiş. Zaten eksik hatta kötü olan eski yönetmelik, çok daha kötü ve çok ama çok tehlikeli bir yeni yönetmelikle değiştirilmiş. Telefonu kapattıktan birkaç saat sonra, uça koşa yollara düşmüş, büyük bir telefon trafiği sonucu 20-30 kişi Kadiköy’de bir kafede  buluşmuştuk bile. Oyuncular Sendikası’ndan arkadaşlarımız da yanımızdaydı. Sendikanın o zamanki genç avukatı Sera Kadıgil’i tanıyordum ama ateş gibi ışıl ışıl yanan gözleriyle ilk kez o gün karşılaşmıştım. Ne yapılmalıydı? . Bu yönetmelik sanat ve sanatçı düşmanlığı için pek mübah bir zemin sağlıyordu. Kabul edilemezdi.

SORU: Peki, kim hazırlamış bu yeni yönetmeliği? Belediyenin avukatları, bürokratlar falan mı?

CEVAP:  Aslında bu sorunun cevabı bugün hala verilmiş değil. Her halde tiyatro konusunda danışılan tek bir sanatçı bile dahil olmadan yapılmış olsa gerek!!!  Yani… Öyle olmalı… 

Onurlu hiçbir sanatçının bunu sessizce sineye çekmesi mümkün değildi. Direnmek şarttı. Hemen o gün, hemen oracıkta başlamalıydı direniş.  Kafenin sallanan, lekeli  masasında, Belediye Başkanı’na bir dilekçe yazmaya başladığımı hatırlıyorum kalem kağıt bulup. Kılı kırk yararak ama jet hızıyla bir dilekçe yazmak için fikirler uçuşuyordu. Pek çok sivil toplum kuruluşu, sanat ve meslek dernekleri, sendikalar, basın… bize destek verecek herkes için bir veri bankası oluşmaya başladı.

Ondan sonrası inanılmaz bir tempoda ve büyüyerek gelişen bir akışta geçti. Yani hem kılı kırk yararak hem de jet hızıyla.

EYLEMLER HIZLANINCA

Belediyeye gidip, dilekçemizi verdikse de Belediye Başkanı Kadir Topbaş ile  görüşemedik. Belediye koridorlarından bölük pörçük görüntüler kalmış aklımda. Ne yapmalı?

SORU: Ankara’ya mı gitmeli? CHP ile mi dayanışmalı? Belediye önünde oturma eylemi mi yapmalı? Açlık grevi?

CEVAP: Hayır. 

Bu süreçte Şehir Tiyatroları Genel Sanat Yönetmeni Ayşenil Şamlıoğlu ve 6 yönetim kurulu üyesi ile Kadir Topbaş'ın sanat danışmanı Kenan Işık istifa etti.

Önce tiyatromuzun önünde bir basın açıklaması yapılacak.

Alalacele “sen oku” dediler; çıktım, okudum. Akşam evde çantamdan çıkardığım bildiriyi tekrar okuduğum anı daha net hatırlıyorum. Bu metin bir yönüyle çok  düşündürücüydü benim için.

Kendi kendime ‘Bizi toplumdan kopuk, üstenci olmakla suçlayan, seyircimizi bize karşı kışkırtan söylem şöyle dursun bir kenarda’ dediğim o an… Seyircimizi dayanışmaya çağırmıştık! Çünkü buna mecburduk. Ağır bir idrak ve derin bir özeleştiri anıydı benim için. Tanışıyor muyduk ki biz seyircimizle gerçekten? Neden umurlarında olacaktık ki? Ya da layık mıydık desteklerine? Onlar için yaptığımızı iddia ettiğimiz tiyatromuz ne kadar sahici iletişim kuruyordu bu koskoca metropolde ya da tüm ülkede, birlikte yaşam mücadelesi verdiğimiz o güzelim  insan çeşitliliğiyle? NASIL iletişim kuruyordu?

Bu konuda açık ara yaya kalmıştık bana göre. Seyirci panelleri, oyun sonrası sohbetleri, karşılıklı gelişmeye bizi mecbur bırakacak çağdaş bir zemin için neler denenmişti? Neler eksikti? Bu koca şehrin toplam tiyatro seyircisine ulaşılıyor muydu? O seyircinin kaç kişi olduğu  bile, yalnız bizim sorumluluğumuz değilse de başlı başına bir utanç kaynağı olmalıydı bize.  Peki bağlı olduğumuz Büyük Şehir Belediyesi’ne sanata ayrılan kaynakları arttırmaları için ufuk açıcı, zorlayıcı önerilerle gidemez miydik?  Belediye ile olan iletişimimizi genişletip, değişik semtlerde, bizden habersiz yaşayıp giden o potansiyel seyirciye ulaşmak için projeler, tasarılar geliştiremez miydik daha çok?

Yani acaba onları çoğaltarak birlikte zenginleşmek, öğrenmek ve anlamak için ne gibi fırsatları aramış, imkanları yaratmış, sanatımıza ve hayatımıza geçirmiştik? Kendi üretimlerimize bu perspektiften bakıp, özeleştiri yapmaya neden hiç yanaşmıyorduk? 

Ama seyircisiz biz,  kocaman bir hiçtik! Onlara mutlaka seslenmeliydik.

 

13 Nisan 2012 Harbiye Muhsin ertuğrul Sahnesi önünde yapılan İştisan basın açıklaması:

 

“Sevgili seyircilerimiz, sevgili İstanbullular, 

 Bir süredir şehir tiyatrosu bir kısım medyanın iftira içeren haksız saldırılarına maruz kalıyordu. Anlamlandıramadığımız bu saldırıların nedeni artık açıkça anlaşıldı.

Amaç 98 yıldır sanatçıları tarafından yönetilen şehir tiyatromuzun, tüm sanatsal işleyişinin, belediye bürokratlarına teslim edilmesiymiş.

Bugüne kadar bu sanat kurumu, genel sanat yönetmeninin başkanlık ettiği, bizi temsil eden sanatçıların çoğunlukta olduğu bir yönetim kurulu eliyle yönetilmekteydi. Mevcut yönetmelik bile sanat üretimi için gerekli olan özgür düşünce ortamını sağlayamıyorken yine de yıllık repertuarımızı belirlemek, bu repertuar doğrultusunda sahnelenecek oyunları seçmek, bu oyunların hangi yönetmenler ve ekipler tarafından sahneleneceğine karar vermek gibi pek çok sanatsal işleyiş, olması gerektiği gibi sanatçıların iradesiyle belirleniyordu.

98 yıllık bir emekle pek çok bedel ödenerek ayakta duran ve daha özerk, özgür bir yapı için bir özel yasayla kültür mirası olarak taçlandırılması beklenen tiyatromuz, tepeden inme bir anlayışla hazırlanmış bir yeni yönetmelikle yok edilmek isteniyor. Bu yönetmelik hazırlığından kurumumuzun, genel sanat yönetmenin, yönetim kurulunun, belediye başkanı sanat danışmanın dahi haberi olmaması manidardır.

Bu yeni yönetmeliğe göre artık Şehir Tiyatrosu bir sanat kurumu olmaktan resmen çıkarılarak, basit bir şube müdürlüğüne dönüştürülecekmiş. Yönetim kurulumuza genel sanat yönetmeni yerine, belediye genel sekreter yardımcısı başkanlık edecekmiş. Tüm sanatsal kararlar belediye bürokratlarının çoğunlukta olacağı yeni bir yönetim kurulu tarafından verilecekmiş. Tüm bunlar 98 yıllık bir sanat kurumunun, bir büyük mirasın sonu demektir. Yalnız onun değil, ülkemizin tüm kültür ve sanat ortamının muhafazakarlaştırılma harekatıdır bu.

Bizce muhafaza edilmesi gereken değerlerse açıktır. Bu yönetmeliği kabul etmiyoruz. Çünkü bizim asıl sorumluluğumuz seyircimizle birlikte, daha özgür ve umutlu günlere yürümektir. Hiçbir güç, bizi bu yoldan alıkoyamaz.

Saygılarımızla… "

 

Sonra basından okuduk;

İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş, “Repertuarı geçmişte bir genel sanat yönetmeni belirliyordu. Şimdi bir kurul belirleyecek. 7 kişilik kurulun 2 üyesi bürokrat olacak. Daha demokratik, daha belirleyici ve beraber karar verebilecekler. Yani genel sanat yönetmeni yerine 7 kişilik heyet belirleyecek” demişler!!! 

Bu kez Galatasaray’da çok büyük bir dayanışma buluşmasıyla, daha güçlü bir sesle, başka bir basın açıklaması daha yapılması kararlaştırıldı.

İşte  kafa kafaya veren 3-4 genç tiyatrocu olarak bir odadayız. O basın açıklamasını sabaha kadar bitirmek gerek. Zaman bizden yana değil. Hızlı tepki vermeliyiz. Ve bu iş için bizden başka gönüllü yok anlaşılan. 

Bugün gibi aklımda, Yiğit Sertdemir’in çökmüş omuzları, yorgun bakışları… Hala soğuk terler dökerek hatırlıyorum o naif çabalamamızı. Basın açıklaması yazmak meğer ne kadar zor bir işmiş. Küçük bir grup, bir birey ya da münferit bir iş adına olsa kolay. Ama koskoca bir sanat kurumunun, onun temsil ettiği değerlerin, onu var eden tarihin, yani hepimize emanet bir mirasın sorumluluğuydu omuzlarımızı çökerten. 

Bu kurumda dünden bugüne yer alan, tüm sanatçı- tasarımcı, memur-işçi, maaşlı-yevmiyeli, direnen- direnmeyen, ihbarcı-devrimci, politik-apolitik, genç-yaşlı, cesur- korkak, dernek üyesi ya da değil,  yani tiyatromuzun toplamı adına, saldırgan ya da ürkek olmayan net bir metin yazmanın imkansıza yakın güçlüğü, o gece hepimizi birkaç yıl yaşlandırdı eminim. 

Öte yandan, haklı direnişimiz geniş bir  destek bulmuştu. Eş zamanlı bir eylemle dayanışmaya davet ettiğimiz insanların ve örgütlerin de imzalarını istemiştik bir açıdan. O güne dek bizim onları ne oranda destekleyebildiğimizi de kendi kendime sorguladığımı hatırlıyorum.

Böylesi bir sorumluluk altında kaleme alınan bu bildiri, Galatasaray Lisesi önünde ve Türkiye’nin bütün illerinde bir çok sivil toplum örgütü tarafından aynı gün ve saatte okundu.  

 

24 Nisan 2012 Galatasaray Lisesi önünde ve tüm ülkede okunan İştisan basın açıklaması;

 

“Her şeyin farkındayız. 

1914’ten beri ehil ellerde olan İstanbul Şehir Tiyatrosu göz göre göre ehlileştirilmeye çalışılıyor.

Dünyada -herhalde- ilk kez bir tiyatro, tiyatro insanlarından arındırılıyor.

Sanatın içinden sanatçı kovuluyor.

Tüm bunlar sanatı ve sanatçıyı hizaya sokma ve halkın gözünde küçük düşürme gayretleridir.

Bilinsin; gerçekleri eğip bükerek hiç kimse sanat ve sanatçı ile halkın arasına nifak sokamaz.

Hedefin ne olduğunu görüyoruz. Özgür düşünceden korkmayan herkes görüyor.

Çok sesliliği tek bir notaya dönüştürecek olan “muhafazakar sanat” gibi söylemler, demokratikleşme diye sunuluyor. Sanatsal yaratı, siyasi iradeye teslim ediliyor.

Oysa sanat ve demokrasi, hiçbir siyasi iradenin faydacı beklentilerine göre yeniden tarif edilemez. Seçilmişlerin asıl görevi, sanata, ihtiyacı olan özgür ortamı sağlayacak altyapıyı oluşturmaktır. Onlar, bunu sadece sanatçı için değil, öncelikle halk için yapmak zorundadır. Eğer yapmazlarsa, sanat sessiz kalmaz.

 Sessiz kalmayacağız.

Öncelikle, dayatılan yeni yönetmeliğe karşı hukuki zeminde hakkımızı arayacağız. 100 yıllık Şehir Tiyatrosu mirasını her zeminde savunacağız. Ustalarımıza, İstanbul seyircisine ve gelecek kuşaklara karşı üstlendiğimiz bu sorumluluğu ülkemizdeki ve dünyadaki tüm sanat emekçileri ile paylaşıyoruz.

Hedefimiz, çağdışı yönetmelik dayatmaları yerine, çağdaş ve özerk bir İstanbul Şehir Tiyatrosu yasasıdır.

 Ülkemize, değerli sanat kurumlarımıza, sanatçılarımıza ve halkımıza yaraşacak olan budur.

Karanlığa ve karanlığın getireceği korkuya karşı birlikte direneceğiz.

Sayın Belediye Başkanı’nın bir canlı yayında kurum sanatçılarına yönelik sunduğu öneriyi düstur kabul ediyoruz:

“Herkes kendi işini yapsın!”

Bizim işimiz tiyatro.

Korkuya karşı özgür tiyatro!

Korkuya karşı özgür sanat!''
 

 

Hala kulağımda….Alkışlar, Türkiye’nin her ilinden dönüp gelen binbir ses… 

Binlerle yürüyoruz Galatasaray’dan Taksim’e. Davullar, pankartlar, esnafın, yoldan geçenlerin şaşkın katılımı, sloganlar, şarkılar… Beşyüz, derken bin, üçbin, beş bin kişi olmuşuz! Şaşkınlıkla ayrılıyoruz. Tekrar buluşmak üzere.

 

MARATONA DOĞRU ADIM ADIM

Sonraki eylemde Muhsin Ertuğrul’un mezarını ziyaret ediyoruz ve tiyatronun önündeki dev taş meydanda “Susmuyoruz” pankartlarımız, 80’lik duayen sanatçı ustalarımız, yitirdiğimiz sanatçıların fotoğrafları, paltolarımız, termoslarımızla, buluşuyor, kalabalıklaşıyor, coşuyor, sabahlıyoruz. Tiyatromuzun nöbetini tutuyoruz. 

İyi ki parktaki kafeyi bizimle sabahlamaya ikna etmişim. Çünkü gece kilitlenir bize akıllı binamız. Gece soğuk.. İnsanız.. İhtiyaçlarımız var elbet… Neyse ki çözümler yaratıyoruz. Ses sistemi bile bulup getirmiş Fırat Tanış. Enerjimiz sonsuz sanki… Sonra… Sabah oluyor tabii. Hep olur ya! İyi ki… Şaşkınlıkla ayrılıyoruz sabah.

Günlerce konuşuyoruz, tartışıyoruz İştisan toplantılarında, kılı kırk yararak ve jet hızıyla. Herkes kendince haklı, öfkeli, çekingen… bambaşka görüşleri var herkesin.

Sonra beyazlar içinde hiç konuşmadığımız sessiz bir eylem için buluşuyoruz yine tiyatromuzun önünde. Basın da orada. Ama biz “susmuyoruz” yazılı pankartlarımız elimizdeyken, konuşulmayan bu eylemde adeta bağırırıyoruz. Özgür sanat için. Özgür bir memleket ve gelecek için.

Akıllı binamızın açılmayan pencerelerinden,  güçlükle aralanan ağır kapılarının aralığından meydanda bembeyaz giyinmiş “BİZ” i izleyen bazı arkadaşları da hatırlıyorum. Hayranlıktan acımaya, kızgınlıktan korkuya değişip duran bir renksizlikte geride duruyorlar. 

Onlar otoriteyi kızdırmamızı istemiyorlardı. Daha ağır bedeller ödeterek, üstümüze çullanacak o güçten korkuyorlardı. Sevse de dövse de itaat ve sabırla sineye çekilmesi gereken alaturka bir baba figürü gibi kabullenmişlerdi kendilerine dayatılan erki. Fırtınanın dinmesini diliyorlardı. Bunun için herşeyi yaparlardı. 

Ama yüklü bulutlar toplanmış, kıvılcım parlamıştı çoktan. 

Biz bu beyazlı eylem boyunca hiç konuşmayacağız desek de Engin Alkan aniden bir mikrofona yaklaşıyor ve sahneyi günlerce boş bırakmayan bir eylem planladığımızı söyleyiveriyor. Yahu zaten yorgun bir grubuz ve böyle bir planlamanın şip şak olamayacağı açık. Fikri bir gün önceki toplantıda kendisi ortaya atmıştı. Ben “Ne güzel fikir, n’olur hadi bunu sen örgütle, bize de görev ver”  dediğimde yan da çizmişti. Ah Engin! “Dur bakalım, altından kalkar mıyız” demeye kalmadan, hemen ertesi gün, hem de “sessiz eylem”de basına ilan edip, bizi bu deliliğe ???? mecbur bırakmasaydı böyle bir Sanat Maratonu yapılır mıydı bilemiyorum. 

 

2.BÖLÜM: SONRASIYLA…

 

"SANAT MARATONU; PİMİ ÇEKİLMİŞ BİR BOMBA FİKİR"

Durum: Bir Sanat Maratonu yapacağımız biliniyor ama bizim tam olarak ne yapacağımızı bildiğimiz söylenemez. Zaman, kılı kırk yararak ve jet hızıyla ilerliyor. Düşünmekle bitmiyor bu tasarı. Bir ucundan başlamak lazım.

Kollar sıvansın! Önce mekan!

Bu etkinlik açık havada park gibi amfitiyatro gibi bir yerlerde yapılmalıydı. Selamiçeşme Özgürlük Parkı’nda bir tiyatro sahnesi olduğu için Kadıköy Belediye Başkanı Sn. Selami Öztürk’ten  randevu isteyip, yanına gittik. Ayşegül İşsever ve bendeniz. Çok büyük ilgi ve yakınlık gösterdi. Bizi yetkili kişiyle parka gönderdi. “Her türlü kolaylık sağlansın” dedi. Arkadaşlarla parkta buluştuk ve sahneye baktık. Fakat parkın içinde yer alan o güzel açık hava sahnesi, bilet satışı yapan profesyonel tiyatrolar tarafından program dahilinde dolu. Biz kullanamayız. Ne yapacağız? Parkın ortasında öylece kalakalıyoruz. 

Ben ilk defa ayak basmışım Özgürlük Parkı’na o gün. Parkta çocuklar oynuyor, bisikletliler, yürüyüş yapanlar, köpekler ve köpeklerin o iyi insanları… Güneşli aydınlık bir gün. 

-Büyük mü bu park? Bize bir köşe ayrılamaz mı? 

Sorularımı sorarken yemyeşil parkı adımlıyorum hızla.. Ve işte o küçük tepecikte, kapalı olduğu anlaşılan, müşterisiz bir Kafe var. Tırmanıyorum hemen… Ağaçları ve biraz yıpranmış da olsa güneşten ve gecenin çiğinden seyircileri koruyabilecek tenteleri bile hazır? 

-Sahne neresi olur?

Şu kavisli dar, uzun, boş havuz ne güne duruyor? Yerden bir metre kadar yüksek, daha ne olsun? Üzerini sağlam tahtayla kapladık mı harika bir sahne olur. Havuzun (sahnenin) arka iç kısmındaki yuvarlak büyük alan da bal gibi kulisimiz olur işte!

Kafenin yerleştiği yüksekçe alan eğimli bir çimenlikle çevrili. Farklı 2-3 noktadan yukardaki düzlüğe çıkılan, taş basamaklar var. Malzeme taşımak kolay. Her birinde bizden birer güvenlik sorumlulsu olsa, geniş sayılabilecek bu alanı nispeten korunaklı bir yer yapabiliriz. Özel bir adacık gibi. Spot asılabilecek tente direkleri sapasağlam. Kim bilir uyku tulumlarıyla sabahlayacaklar olur belki. Onlar için de  çim yamaçlar harika.. Üstelik mekan sandalye dolu. Sahne de seyirci koltukları da var demektir. 

Kafenin sahibini bulup, ablukaya alıyorum resmen. 

-Bizim için burayı kapatacaksın. Biz sana ödeme yapamayız. Ama çok para kazanacaksın! Tek koşul, gece gündüz günlerce açık kalmalısın.

-Ne diyorsun abla? Olur mu öyle şey?

-Olur Olur. Vardiyalı çalışırsınız bizim gibi. Zaten isteyen gelir kasadan kendi yapar alışverişi. Self servis. 

- E olabilir belk…

-Amaaaa. Fiyatları arttırmayacaksın.

-Ne? Yok..

-Aksine indireceksin. 

-Ha?

-İndirimli satacaksın herkese. Buraya binlerce insan gelecek diyorum sana. 

-Yok artık! 

Gülüyor.

Caner masanın altından beni dürtüyor abartıyorum diye, aldırmıyorum. Ben anlatıyorum, coşmuşum. Bir hayali anlatıyorum adama. Diyorum ki, çocuklar, yaşlılar, en çok da gençler, öğrenciler akın akın dolacak buraya. Çünkü bu bir prodüksiyon değil. Bu bir direniş, dayanışma eylemi. Herkes ama herkes gönüllü, Levent Kırca da gönüllü, Sevinç Erbulak da gönüllü, Genco Erkal da… Konserler de bedava! (Henüz kimseye tek telefon açılmış bile değil ama olsun, sayıyorum aklıma geleni)  Çünkü  diyorum,  Sen ne kadar ucuza çay ve tost satarsan o kadar çok dolacak burası. Sen bile kazandığın paraya şaşacaksın sonunda… 

Caner Çandarlı bile inanır gibi oluyor ????

Mekan tamaaaam. 

Gelsin organizasyon! 

Dörder saatlik vardiyalarla 4-5 kişilik sorumlu ekipler, dönüşümlü çalışacak. Listeler hazılanıyor! Yedek listeler bile var. Bir kişi güvenlikten, diğeri sahne akışından, karşılama ve lojistikten, temizlikten, biri de teknikten sorumlu. Genellikle her vardiyada sunucularımız da değişiyor. Tek ya da iki kişi olabilir sunucular. 

-İmza defterimiz hep açık olur.

-Spotlar asılıyor mu?

- Çay isteyen?

- Yahu dur şimdi Özgür Efe! Şu sayfadakileri aramayı bitirelim bir, sonra içeriz çayı.

-Sahi, çayı kaçtan satacakmış kafe? Çocuklar öğrenci! Uzun geceler var. Ne yapar insanlar? Aman. 

-Sahne sağlam olmuştur inşallah. Kalabalık çıkılırsa üzerine…

-Genco abi tamam dedi ama günü netleşmedi. 

-Caddebostan’da buluşup, davul zurna eşliğinde yürürüz parka. Çağırırız herkesi.

-Basını ihmal etmeyelim. 

- Şöyle başlarız çağrı yazımıza; GEL Şehrim, SEYREYLE! Sanat Maratonu Başladı!

Masada yüzlerce kağıt, yüzlerce isim, telefon numaraları. Bizim evin balkonunda maratonun sahne akışını planma çalışması var. Hummalı derler ya; tam da öyle! İstanbul ve dışından konservatuarların, çeşitli ekiplerin lojistiği, bizim kendi planladığımız oyun ya da gösteriler, dans müzik grupları, her disiplinden sanatçılar, amatör, duayen, öğrenci, meşhur, hepsi arka arkaya sahneye akacaklar ha! Nasıl olacak? 

Her halde hayatımın hiçbir döneminde bu kadar çok telefonla konuşmadım… İlk yirmidört saatin programı ortaya çıktığında nasıl da sevinmiştim hiç unutmam. Bir koca haftayı rahatlıkla dolduracak alternatif vardı elimizde.  Kağıt üzerinde çalışıyordu program! 7/24  ???? 16-22 Haziran 2012 - Selamiçeşme Özgürlük Parkı’nda Sanat Maratonu MÜMKÜN!

 

-Alo! Gökhan, size bir teklifim var. Grubunuzun adını daha da anlamlandırmaya var mısınız? Gün kaçta doğuyor? Hah sabah 5’te! Tam GÜNDOĞARKEN sahnede olmaya var mısınız? Sanat Maratonu’nun ilk sabahına sizinle merhaba diyelim. 

 

Kılı kırk yararak ve jet hızıyla geçen hazırlık sürecinin sonunda, işte o ilk günün sabahı! Kafenin sahibi uykusuz ve kaygılıydı belki ama küçük bir grup seyirci (bir iki uyku tulumunda uyananlar da dahil)  ve biz ilk ödüllerimizi almış gibiydik… 

“Ah olmaz, olmaz. Sensiz olmaz, sensiz olmaz…”

Mutluyduk.  Göze almıştık. Kimse izlemeye gelmese de biz sahnede nöbetimizin başında olacaktık. 

Ama geldiler.

Akın akın geldi insanlar. 

Ritüellerimiz de çok sevildi. Alaca karanlıkta Yücel Erten’in yaptığı düzenli okumalar… Sabahları hep birlikte temizlik ve ardından beden atölyeleri…

Her gece 12:00 de kağıt fenerler yakıp, saldık gökyüzüne. Geleneğimizi parka da taşıyıp, her gece yarısı bir tepside mumlarımızı yaktık göçüp gidenlerimiz için. Ustalara Saygıyla. 

Can Doğan bir sayaç ekranı yerleşirdi sahnenin köşesine. 5. Saat… 9. saat… 

Kılı kırk yararak ve jet hızında geçiyor zaman. 

İmza defterimiz dolup taşıyor.  

Hepimizin işi zor, sunucularınki iyice stresli.  Benim gibi, geçici molalar hariç günlerce gecelerce, sürekli orada, arkada duran organizasyon ekibinin de yardımıyla, beklenmedik her aksiliğe karşı hazırıklı olunmalı.  Geciken gösteri varsa yanınızda şiir kitabı, müzik aleti ya da kukla falan getirin. Malum sahne boş kalamaz. Söz gelimi,  Eskişehir grubu geç mi kalmış gecenin  saat 1’inde mesela ya da daha çok sabaha karşı üçte, dörtte bir boşluk mu oluşmuş, arkada uyuyakaldığın sandalyede seni sarsarak uyandırırlar,  atarsın kendini sahneye, beklenen gösteri ekibi gelene kadar, artık allah ne verdiyse…  Ne tatlı yorgunluk. 

2. gün… 3. gün… Derken… Sendikalar, işçiler, parti temsilcileri, Oyuncular Sendikası’nın büyük desteği ile sosyal medyada yankılanmalar, canlı yayınlar, kendi gelemeyip, Türkiye’nin her yerinden hatta hapishanelerden, meslek örgütlerinden destek mesajı yollayanlar sökün etti.  Röportajlar, önceleri bizi görmezden gelen ana akım medyanın bile yaptığı haberler…

Uzak duranlar da vardı. Müdavimler de vardı. Geçerken bakanlar, hiç ayrılmayanlar, “Bir işim var, halledip gelirim bir iki saate” diyenler, aklı orada kalıp, hiç gelemeyenler vardı. 

Tek bir taşkınlık, tek bir tatsızlık yaşanmadı. 

Her gece, gürültü şikayetini bahane edip uğrayan en sert polisler bile izin belgelerimizi  inceleyip,  mesela “gelin bakın sahnede siz de Levent Kırca’yı canlı izleyin” dediğimde yumuşuyorlardı. Onları karşılamak da benim düzenli işlerimden olmuştu. Polis geldi mi, çağrılıyordum göreve. ????

22 Haziran’da, son gün, 1500 kişinin fiilen katılımıyla, o küçük tepecikte yarattığımız alan hınca hınç dolmuş, taşıyordu. 

Detis’in öncülüğünde Ankara’dan nefis bir dayanışma desteği de geldi. Son 24 saatte, bizimle eş zamanlı ikinci bir maratonu Kuğulu Park’ta gerçekleştirdiler. Barkovizyon ve çeşitli video mesajlarla perdemize yansıyarak, aramıza karışarak, tek yürek olarak Sanat Maratonu’nu güçlendirdiler. 

Sonra özveriyle koşturan genç dostlar! Devlet Tiyatrosu’ndan dostların, tüm bu direniş yolculuğu boyunca yanıbaşımızda örgütlenen muhteşem İstanbul Seyirci Platformunun büyük destekleri…

Tüm süreçte, ne zaman yardım için başımı çevirsem, hep orada, hep yanıbaşımda olan birkaç kıymetli yol arkadaşımın kalbimdeki yeri bambaşka. Artık ışıklara karışan, sevgili İbrahim Gündoğan, aydınlık gözleri, kızarmış yanakları, bitmeyen enerjisiyle anılarımda o mekanı  hala hızla arşınlamakta. Ama bu yazıyı okuyamayacak maalesef. 

Bu yazıyı başka birimiz yazsa da benim adımdan söz etmese kırılırdım elbet. 

Kırdıklarım! Beni affedin! Kimi yazsam onlarcası eksik kalacak… 

Şehir Tiyatrosu’nun peeeek çok oyuncusu ve çalışanı, Genco Erkal, Tülay Günal, Vedat Sakman, Grup Gündoğarken, Levent Kırca, Çiğdem Erken, Güvenç Dağüstün, Melih Taşçi, Ufuk Karakoç, Betül Arım,Suzan Aksoy, Bora Öztoprak, Fırat Tanış, Sevinç Erbulak, Çiçek Dilligil, Alican Yücesoy, Yücel Erten, Yasemin Göksu, Bulutsuzluk Özlemi, Ferhan Şensoy, Ortaoyuncular, Melike Demirağ, Grup Redd gibi pek çok sanatçı ve meslek örgütlerinden Devlet Tiyatrosu Opera Ve Balesi Çalışanları Derneği TOBAV, Oyuncular Sendikası,Tiyatro Oyuncuları Derneği-TODER, Oyun Yazarları ve Çevirmenleri Derneği-OYÇED, Tiyatro Oyuncuları Meslek Birliği-TOMEB, Türkiye Eleştirmenler Birliği  adına Üstün Akmen, Çağdaş Sinema Oyuncuları Derneği-ÇASOD,Tüm Bel-Sen,Devlet Tiyatroları Sanatçıları Derneği-DETİS, Sanatçılar Girişimi, Amatör Tiyatro Çevresi,Nazim Hikmet Kültür Sanat Vakfı ve Nazım Hikmet Kültür Merkezi ve Alternatif Tiyatro Mekanları Ortak Girişimi, Devlet Tiyatrosu, Özel Tiyatrolar, amatör gruplar, Üniversite topluluklarından sanatçılar, teknik ve işçilik kısmında çalışan gizli kahramanlar, emekçiler… 

Saymakla bitmez…

Unutulmaz anılarım var. Bir gece, çok çok ileri bir saatte çıkıp gelen, maratonu resmen basan ve sahneye çıkmadan orayı terketmeyeceklerini söyleyen Siya Siyabend’in, -mecburen düşük volumle, nerdeyse “uslu uslu” çalarak herkesi mest ettikleri- program dışı, o inanılmaz konseri gibi… İlk sabahımız gibi. Son gecenin uçuşan kağıt fenerleri gibi…. İşçilerin destek için parka girişi gibi… Melike Demirağ’la birlikte “Arkadaş’ı söylemek gibi….

(Sonraki yıllarda bir çok etkinliğe, festivale, programa “sanat maratonu” başlığıyla çağrılar, duyurular, reklamlar yapıldığına bakmayın.) 

Eşi benzeri var mıydı bilmiyorum böylesi bir birlikteliğin. Aslında biliyorum… 

Ne eşi vardı ne benzeri!

 

 

Sanat Maratonu biter bitmez Mimemis Dergisi ile bir söyleşi yapılmış. 2012 Temmuz’unda, sıcağı sıcağına yaptığım Sanat Maratonu değerlendirmemden de alıntılar yapayım. Şöyle anlatmışım;

“… Ortalama her gün 100 civarında sanatçı sahnede yer aldı. Gün içerisinde de hemen hemen 30 gösteri sıralandı. Toplam 70 tiyatro gösterisi, 50 kadar konser ve dinleti, onlarca dans ve pantomim gösterisi, onlarca atölye çalışması ve şiir dinletileri, kısa metraj, uzun metraj film gösterileri, kukla ve çocuk oyunları ve okuma tiyatroları izlendi. Yücel Erten’in yazdığı “Devletin Tiyatrosu Olmaz! (mı?)” adlı kitabı, Sanat Maratonu’nun üç sabahında kaldığı yerden devamla okunarak tamamlandı. Sahne hiçbir an  boş bırakılmadı. Hiç durulmadı! Hiç susulmadı!  Binlerle ifade edilebilecek bir seyirci sirkülasyonu yaşandı. 

Sanat Maratonu, Nazım Hikmet Kültür Merkezi’nin özverili katkısı ile 151 saat 43 dakika 53 saniye boyunca video kaydına alındı. Büyük bölümü internet üzerinden canlı yayınlandı. Yüzlerce sanatçının, elliyi aşkın sivil gönüllünün fiili katılımının yanı sıra, onlarca sanatçı ve aydının, yaklaşık 20 sivil toplum örgütünün mesaj, katılım, katkı ve destekleri ile güçlenerek tamamlandı…

…Profesyonel organizatörler için bile güç olabilecek boyutta bir etkinlik bu. İşin uzmanı olmayan, kendi telefon rehberlerini kullanan kişiler tarafından organize edildi…

…Şimdi bu meydan yaratıldı, bu meydanın okunması kaldı. Gerçekten iyi okumak lazım. Bir avuç insanın “ben bu sahneden inmeyeceğim” direnciyle orada durması, oraya birçok önemli ismin destek vermesinden önce bir grup insanın yalnız da olsak o sahnede olacağız kararlılığıyla meydanda bulunması çok önemli…

…En güzel yanı seyircinin giderek büyüyen ilgisiydi.  Zaten, önceki eylemlerimizde oluşturulan İstanbul Seyirci Platformu’ndan gelen gönüllü destekçi grubumuz başından beri yanımızdaydılar. Onlarsız bu iş yapılamazdı.  Seyirci giderek çoğaldı. Hiçbir mesafe yoktu. Sahne bir yükseltiydi ama sadece daha iyi görünmesi için yüksekteydi. Başbakanımızın bizi tepeden bakmakla, jakobenlikle suçlayarak oluşturduğu yanlış imajın nasıl altüst edildiğinin örneğiydi eylem. Sunucuların seyircilerle el ele sahneyi doldurmak ve sahne içini dolu tutmak için nasıl dayanışmaya girdiğini oraya uğrayanlar biliyor…

…Sanat maratonu bir şifaydı bence bizim için de orada olan seyirci için de. Onun dışında neye yaradığını anlamak için zamana ihtiyaç var. Sanatçı arkadaşlarımızın ve seyircimizin çoğalmasına ihtiyaç var. Toplumun değişik kesimlerindeki dertlerle buluşulmaya ihtiyaç var. Her alanın iyileştirilmeye ihtiyaç duyduğu zor günler yaşıyoruz. Dayanışmaya ihtiyaç var…

…Özeleştirinin de zamanı gelecektir, kaçınılmaz. Ama bu bir alarmdır, bu alarm durumunu kaybetmemek gerekli. Çünkü çok uyuyan, unutulan, unutturulan bir varoluş içinde yaşıyoruz. Uyumluluk göstermeye yatkınız. Zaman geçirmeye, 24 saati doldurmaya yatkınız. Maraton bu anlamda da bir ezber kırıyor. Gündelik ezberlerimize de bir yanıttır. 24 saat kavramı her birimiz için değişti. Bir gün gece 00.00’da başlıyor aslında. Bizim Salı gecesi dediğimiz şey aslında Çarşamba sabahıdır. Bizim terminolojimiz değişti. O anlamda birçok ezberi kırmak konusunda bizi biraz daha güçlendirdiğine inanıyorum maratonun. 

Ama daha ortak, daha cesur, daha riske girebilecek bir sözü söylemek veya doğru bildiğini söylemek herkesin sesinizi boğduğu yerde tarihin her döneminde zor olmuştur. Biz de öyle bir döneme girdik. Ne kadar kalabalıklaşırsak, sesimizi duyurma şansımız o kadar artacak. Birileri her zaman doğru bildiğini söylemeye devam eder, duyurabildiği yere kadar…”

Söyleşi uzayıp gidiyor. 

 

Sonra yeni binamızın önünde yaptığımız “rağmen” açılış buluşmasının ardından Şehir Tiyatrosu YENİ bir sezona başladı. YENİ İştisan yönetim kurulumuz, YENİ yönetmeliğimiz, YENİ Şehir Tiyatrosu yönetim kurulumuz ve YENİ Genel Sanat Yönetmenimizle. 

 

 

 

SORU: İştisan Derneğinin etkin tavrı sonra neden yavaş yavaş sönümlendi? Sanat Maratonu’nun özveriyle kaydedilen 152 saatlik görüntüleri, açılan mahkemenin, hukuksal mücadelenin sonucu, toplanan binlerce imza ne oldu? 

CEVAP: Aslında bir yürütmeyi durdurma kararı çıkmıştı sanki… Bilmiyorum. Biliyordumsa da unuttum. 

 

Tam bir yıl sonra başka bir parkta, ağaçların altında çadırlar ve uyku tulumlarıyla geceleyenler görüldü. Bir tohum yeşerip, filizlenir gibi, bir savunma nöbetinin büyüyen değil de devleşen sürekliliği gibi. Ve maalesef öfkeyle; ezilmek, püskürtülmek, silinmek istendiler. Çok ağır kayıplar verildi. Ama bütün dünya görmüştü çoktan o destansı direnişi. 

Şimdi ne çok insanın içinde gizli yaralar ve bir “Oradaydım.” var.

Bir koca yıl daha geçince 2014 yılı, yani Şehir Tiyatrosu’nun 100. yaşı geldi çattı! O koca çınar tüm görkemiyle bir asrı tamamladı. Kutlamaya davetliydik elbette.

100. Yıl Kutlamasının benim için ne anlama geldiğini ve Sanat Maratonu’ndan sadece iki, iki buçuk yıl sonra olduğum yere, yarına ve geriye nasıl baktığımı o yılın sonunda yazdığım bu yazıdan anlayacaksınız;

Yazmadan duramadım.

100.YIL KUTLAMASI’NA GİTTİM.

Gittim. Süslendim, hazırlandım. Ve salına salına oraya gittim. Hatta tatlı, esrik bir histeri içinde “Hisseli Harikalar Kumpanyası” diyerek tempo bile tuttum. Belki kendimi tıpkı 3 yıl önce Galatasaray’dan yürürken olduğu gibi, anlamlı bir bütünün parçası olarak hissetme yanılsamasına ihtiyacım vardı. Yanılsamanın açıklamaya ihtiyacı yok malum! 
Ama tek neden bu değildi. Edindiğim bir farkındalık da vardı bana eşlik eden.

Kendini yalnız hisseden, yaraları henüz iyileşmemiş bir savaşçı gibiydim. Savaşta bulunmuştum, neredeyse şanlı bir anı gibi... Ve ama barış da gelmemişti... Bu dönemi o “tembel barış” sananlar varsa bilmeli ki; savaş değişmeden barış da değişmiyor! 
Cepheyi düşündüm; Binlerle Galatasaray’da yaptığımız yürüyüşü, sabahlara kadar nöbet tutmamızı, yüzlerce saat süren “Sanat Maratonu”nu , “rağmen” açılışı... Basın toplantılarımızı, çabamızı. Ve onu hem hazırlayan hem de devam ettiren koca bir mücadeleyi, kalabalığımızı, kazanımlarımızı ve kayıplarımızı düşündüm.

“İleri!” diye haykıran ve farklı yönlere ilerleyen bol komutanlı, neferleri ise nadide bir orduda savaşmıştım. Aslında hiçbir strateji kuramayan neferler toplamı olduğumuzu anlamamıştık oysa... Komutana gerek yoktu belki ama kahramanlığı ucuzlatmayacak bir strateji savaşta şarttı. Üstelik düşmanla bir türlü karşılaşamamış ama kuşandığımız silahlar, hızlı koşanlar, yüksekten atanlar, canını dişine takanlar, yerinden hiç kıpırdamadan aramızda durup, kendini görünmez oldum sananlar, kör'ler, sağır'lar, ağır'lar, dur bakalımcılar... rüzgarı yoklayanlar... Velhasıl düzensiz kalabalığımız yüzünden cephede birbirimizi yaralayıp durmuştuk... Davamızda haklıydık. Ortak alanımızı savunmalıydık. Ama bizim savaştığımız alanın himayesi, ulaşamadığımız karargahlara kendi ellerimizle oturttuğumuz ya da göz yumduğumuz, halimizi seyreyleyen bazı adamların elindeydi. Kağıt üstünde bu alanın yöneticisiydiler. Anlatmaya çalıştık, haykırdık; Siz! dedik, çıkınız dedik o karargahlarınızdan, asıl işinize dönün ve hepimize ait olan bu ortak alanı, süpürün, çiçekleyin, genişletin, sulayın, koruyun! En azından, gölge etmeyin, suyumuzu, güneşimizi engellemeyin. Biz hepimiz için oksijen üretmeliyiz bu bereketli topraklarda. Toprağı, havayı daha da kirletmeyin! Bizi beton sınırları olan alanlara hapsetmeyin. Asıl işiniz ve hatta farkında olmasanız da asıl insani ihtiyacınız budur!” diye haykırdık. Talip olup bu görevlere gelenler, bize parmak sallayıp, yönetmelik kılıklı nizamnameler, kanun kılıklı düzenlemeler dayatmaya, nasıl yaşayıp, üreteceğimizi bize öğretmeye kalkmışlardı. Hepimizin olan kaynağı da, kanalı da, toprağı da sahiplenmişlerdi. Çünkü biz zaten kendi düzensiz kalabalığımızda itişip duruyorduk ilgi bekleyen çocuklar çetesi gibi. Kendi uydurduğumuz mesnetsiz bir hiyerarşiye teslim olmuştuk zaten. Takma yapraklarımızı parlatıyor, derin suları bulandırıyor, gerçek tomurcukları, genç fideleri hırpalıyorduk.

TEK VE HÜR olamayan ağaçsı’larımız vardı ve ormanı hiç görmemiş, bilmemiş KARDEŞlerimiz!

Ürettiğimiz oksijen kendimize bile yetmiyordu! Birleşemedik! Sıkıştığımız küçük bahçenin kırık banklarına dayanıp ağladık, anladık, ormana henüz karışamadık. Yaralar aldık. Şimdi orman orada, biz bu halde, kimseye görev dağılımı yapamayacak kadar dağınık duruyor, soluklanıyoruz.

Tek tek kendi oksijenimizi üretmeye inatla devam etmemiz gerektiği gerçeği dışında tutunacak sağlam bir dal bulamamış gibiyiz. Toprağın üstünde buluşmuyor kollarımız, peki ya toprağın altında?

Evet, ben o gün kendini yalnız hisseden, henüz yenilmemiş bir savaşçı gibiydim. Pek çokları gibi belki. Sakindim... Arka sıralara oturdum. Önde Belediye Başkanı oturuyordu. Ona uzaktan uzun uzun baktım. Üç yıl önce yüz yüze gelip, meram anlatabilmek için çırpındığımız ve fakat asla ulaşamadığımız bu şahsa söylemek istediğim ne var diye düşündüm. O dönem televizyondan yaptığı açıklamaları düşündüm; “Bir Muhsin Ertuğrul daha var mı ki Genel Sanat Yönetmeni yapalım” diyerek, tüm Şehir Tiyatrosu sanatçılarını ve tüm tiyatro camiasını kendince aşağılayışını hatırladım. Davetiye elime geçmemişti. “Belediye Başkanımızın HİMAYELERİNDE” yazısını okumamıştım yani. Ama okumaya da gerek yoktu zaten. Muzaffer komutan edalarıyla, karargahtan çıkmışlardı... Seslenmek, “Ne olacak şu yönetmelik işi? diye haykırmak neye yarardı? Ucuz kahramanlıklar olmadı ki derdimiz... Hem şimdi tiyatroyu idare etmek için görev ve sorumluluk alan arkadaşlarım, bunu söylüyorlardı mutlak kendisine. Bir stratejileri vardı herhalde. Olmalıydı. Oldurmalıydık! 
(Yapabileceğim en doğru şey, mesela “Zengin Mutfağı”na davet etmek olabilirdi kendilerini. Ama tiyatroyu sevdirememiştik onlara. Ve sevenlerin her birine de niye sevdiklerini düşündürememiştik maalesef! Hani insanı, insana, insanca...) 
Ama imzalar, mühürler şimdilik kurumuştu. Emir vardı! Büyük yerdendi. Emir demiri de ağacı da kesiyordu bu iklimde. 
Hem daha TÜSAK çimentosu karılıyordu. 
Kesilmek hatta (mümkünse) kökümüzle sökülüp, atılmak istendiğimizi artık hepimiz görüyorduk. Buralara bir peyzaj çalışması yapılacaktı, belliydi, gösterişli acınası basitlikte planlar ellerinde; tepeden tırnağa silahlı, kepçe, tırmık, makas, balta geliyorlardı işte...
Toprakta tutunmak içindi şimdi mücadele. O toprağa karışanları unutmamak içindi... Kurumamak, kurutmamak içindi... Oksijen içindi... Zamanı gelince beton düzlükleri, altından çatlatıp, pıtrak gibi fışkırmak içindi. Sahte, vicdansız, insafsız, köksüz, ışıksız, çirkin, büyümesiz, öğrenmesiz ne varsa bu toprakta, üstüne yürümek içindi.
Ben o gece, 100 yıllık (hatta 1000 yıllık) derin ve şaşılacak kadar geniş bir köke, kendi körpe ama inatçı kökümle tutunmak için ordaydım. Bir yılbaşı çamı gibi parlatılmış ve köksüz bir süs olmaya hiç niyetim yok elbet. 
Toprağın üstünde kahkaha, haykırış, dayanışma, ayrışma, naralar, sessiz çığlıklar, bombalar ve havai fişekler, gaz bulutları ve konfetiler çılgınca deviniyor! Toprağın altındaysa güçlü bir içgüdünün sakin ve büyük devinimi! 
Ben o gün inadına yeşildim baştan ayağa! Gözlerim dolu, damarlarımda özsuyu gibi bir özgürlük isyanı, bitmeyen bir hasret, içimde acıdan, haklılıktan patlayan bir kahkaha! 
Olanı anlıyor, olacağı bekliyor, geleceği kutluyor, umuyordum. 
Nerdeyse; TEK VE HÜR! Şimdilik.

11 Aralık 2014

Zaman, kılı kırk yararak ve jet hızıyla geçiyor. 2016 yılı.

15 Temmuz yaşanmış. Memleket diken üstünde. Tekinsiz günler. 

Bir Ağustos günü bir başka kara haber için çalan telefonumu açıyorum. 

20 arkadaşım tiyatrodan atılmış. Büyük kısmı (inanılır gibi değil ama tiyatro için)  işe alımlarının yapıldığı taşeron temizlik firması tarafından aranarak “performans düşüklüğü” gerekçesiyle atılmışlar Diğerlerininse gerekçesi söylenmiyor, ortada dolaşan cadı avını düşündürüyor insana..  Ne kara haber bu!  Ne yapmalı?

Diyoruz ama… Emir hani, demiri… kesmiş işte.

Bu isimler o firmaya verilmiş. Demek ki… Bir liste oluşturulmuş.

SORU: Kim hazırlamış, kim seçmiş bu isimleri?

CEVAP: Her zaman liste hazırlayabilecek kapasitede birileri bulunur.. Sen, “neden” diye sorsan ya!

SORU: Neden sahi?

CEVAP: Korku iklimi hüküm sürsün, herkes gölgesinden bile ürksün diye her halde.

 

Yıllar önce tehdit olarak gündeme gelen, hayata geçiyor gibi… 

Toplantı yapılıyor. Bu işten çıkarmalardan etkilenmeyen tek bir prodüksiyon bile yok nerdeyse tiyatromuzda. Her biri kilit roller üstlenmiş oyunlarda. Kimisi birkaç oyunda birden var.  O dönem repertuvarda olan benim yönettiğim Zengin Mutfağı’ndan oyuncu Irmak Örnek ve müzisyen Burçak Çöllü de atılanlar arasında. 

- Oynayamıyoruz oyunları diyelim. Açıklama yapalım. Kamu oyu oluşturalım. 

- Tiyatroyu kapatacak değiliz her halde.

-Bütün oyunlar tekrar provaya mı girecek?

-Evet. Arkadaşlarımız mahkemeleri kazanıp, geri dönecekler er ya da geç.  Ama  “Perde kapanmaz!” Bu bizim etik mottomuzdur. 

Benim içime sinmiyor bir türlü, yapamıyorum. Başka oyuncu demek, başka  yorum demektir. Farklı enerji, farklı oyun demektir. Irmak, kurumda olanlar içinde diğer oyunlarda oynamayan, uygun bir genç oyuncu bulunamadığı için seçmelere katılıp bu rolle başladı tiyatroya. Tekrar mı seçme yapacağız? Sonra, Burçak o notada çenesini hafifçe yukarı kaldırıp, o güçlü nefesi alarak işaret vermezse, Ozan nasıl girer şarkıya? 

Yönetmenin iradesi dışında nasıl değiştirilir oyunlar?  Yeniden prova demek, yeniden yaratı, yeniden zaman ve emek harcamak, ekip ruhunu tehlikeye atmak demektir. 

Hem, kirli bir elin mesleğin, sahnenin göbeğine, özelimize girip, içimizden parçalar koparıp atması, sonra da tepkimizi merakla ve eğlenerek seyretmesi benim kanıma dokunuyor. Bu insanlar, ekmeklerinden oldular, itibarsızlaştırmanın hedefine kondular. Biz  hiçbir şey olmamış gibi işimize devam mı edeceğiz?

Zengin Mutfağı ekibiyle konuyu tartışıyoruz. İdareye duruşumu açıklayıp, oyunun telif hakları bende olduğu için sözleşmemi yenilemiyor ve oyunumu sessizce çekiyorum repertuvardan. O müdahalenin yol açtığı tek repertuvar değişikliği Zengin Mutfağı’nın kalkması oluyor. 

SORU: Yanlış yaptığını düşünmüyor musun? Kendin bile çıkıp, oynayabilir,  arkadaşlarımızın nöbetini tutuyoruz onlar geri dönene kadar” diyemez miydin? Seyircinin, ödüller almış bu güzel oyunun suçu neydi? Daha yıllarca oynanabilirdi rahatlıkla…  Tavşan dağa küsmüş…

CEVAP: Daha güzel sözdür; “Bir taviz, bin tavizdir!”  Hem geri döndüklerinde oyunu tekrar yapmamak için ne gibi bir bahane olabilir diye sorarım.

SORU: Cevabın bu mu?

CEVAP: Cevabım şu;  Etik dediğimiz olgu, vicdanı dışlayarak korunamaz ki. Tarih öğretti;  faşizmin karşısında tek başına duran bireyin tek bir muhasebesi olur; vicdan. O kadar.

 

Mahkemede arkadaşlarım için tanıklık yapıyorum. Yargıç duru bir kadın, gözlerini iri iri açıp sözümü kesiyor: “ Bir temizlik firması mı karar vermiş bir piyanistin performansının düzeyine? Yorulmayın lütfen…”

Bir an… Gülümser gibi oluyoruz…

İki- üç  yıl içinde, hepsi haklı davalarını kazanıp, tiyatroya geri dönmüşlerdi. Ağır bir mücadelenin, hayatı sorgulatan kendi deneyimlerinin derin izleriyle.

Zaman kılı kırk yararak ve jet hızıyla geçiyordu. 

Yıl: 2019   İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı CHP’ye geçiyor. 

SORU: Şehir Tiyatrosu yönetmeliği ayıbı artık düzeltilebilir mi?

CEVAP: Chp Belediye Meclisi’nde biraz güçlenince sanırım.

SORU: Yani ne zaman?

SORU: Susmasana! Daha ne kadar sürer?

CEVAP: 6 yıl geçti, ama… 

SORU: CHP de mi sevdi acaba bu kontrol gücünü? Hiç mi sormuyorlar kendilerine     bizim ne işimiz var Şehir Tiyatrosu’nun Yönetim Kurulu’nda diye? 

SORU: Susmasana! Yoksa tiyatroyu düzeltmeye gelemedi mi sıra?

CEVAP:  Sıradaki!?

    Belli değil hala. Bekliyoruz valla neye, kime gelecek diye sıra. 

…   …  …

 

Zaman kılı kırk yararak ve hızla geçiyor. Hayli uzun bir yazı oldu, farkındayım. 

Yol da uzun zaten, o yüzden

Selam olsun marotonculara!

Öncesiyle, şimdisiyle, sonrasıyla!

 10 EYLÜL 2025

 

 

Çıkan kimi söyleşi, haber ve yazılardan benim bu yazımla bağlantılar taşıyan birkaç link:

https://www.mimesis-dergi.org/2012/07/maraton-bir-sifaydi-iyilesme-uzun-vadede/

https://www.gazetekadikoy.com.tr/kultur-sanat/zgrlk-iin-sanat-maratonu-zgrlk-parkinda

https://www.agos.com.tr/tr/yazi/8773/sanat-maratonu-bitti