“Sahnenin Ardındakiler” köşemizin ilk konuğu, meslekte 45, İ.B.B. Şehir Tiyatrolarında ise 43 yıllık tecrübesiyle İstanbul Şehir Tiyatrolarını geçmişten geleceğe taşıyan gizli kahramanlarından, deneyimli sahne şef teknisyeni Sefa Demir ile hâlen görev yaptığı Gazhane Prof. Sevda Şener Sahnesi'nde buluştuk.
Sefa ağabey, merhaba. Öncelikle tiyatro sahnesi ve tekniğiyle tanışmanı, ardından İstanbul Şehir Tiyatrolarındaki yolculuğunu bizimle paylaşır mısın?
Merhabalar. Nereden başlasam… Askerlik görevim sonrasında, amcamın sahne teknik müdürü olmasının da etkisiyle, aşina olduğum ve ilgi duyduğum tiyatro sahnesinde çalışmak istiyordum. Sonra meşhur Şan Tiyatrosu'nun sahne teknik ekibine dâhil oldum ve mesleği en temelinden öğrenme gayretiyle iki yıl çalıştım. Sonrasında, 1983 yılında amcamın tavsiyesiyle İstanbul Şehir Tiyatrolarında çalışmaya başladım. Önceleri atölyelerde meydancıydım, İlk görevlerimden biri de üzülerek söylüyorum ki Tepebaşı Deneme Sahnesi'nin yıkımıydı. Çatısını ve ağaçlarını ben indirdim aşağıya.
Küçük bir hatırlatma: Tepebaşı Deneme Sahnesi, efsane Tepebaşı Dram Tiyatrosu'nun(1890-1971) yanmasından sonra, bahçede kalan marangozhanenin alternatif bir tiyatroya dönüştürülmüş hâliydi (1975-1983). Bugün ise aynı yerde TRT binası ve otopark bulunuyor!
Bu arada şunu da hatırlatayım, Ist.Şehir Tiyatroları'nda teknisyenliğe başlama sistemi şimdiki gibi değildi. Önce atölyelerde meydancı olarak başlıyorsun, her işi yapıyorsun. Sonrasında dekor bezlemeyi öğreniyor, dekorun nasıl imal edildiğini, boyandığını, montajlandığını ve taşıma tekniklerini işin ustalarından öğreniyorsun. Ondan sonra sahneye geçiyorduk. Şimdiki gibi "Senin görev yerin burası, hemen bu sahnede başla" demiyorlardı. Son yirmi yıldır direkt sahneye alıyorlar, işi bilen bilmeyen herkesi.
Atölyeler o dönem hangi semtteydi?
Bir müddet Hasköy'deydik, oradan Lütfi Kırdar'ın altına geldik, sonra da bugünkü yerine, Açıkhava Tiyatrosu'nun arkasına taşındık.
Peki, sonrasında sahneye geçişin hangi oyunla nerede başladı?
Sahneye geçişim şöyle oldu: O dönem Tepebaşı'nda oturuyordum, ilk olarak Fatih Sahnesi'nde görev verdiler. İlk orada başladım. Yönetmeni Yücel Erten olan, "Katharina Blum'un Çiğnenen Onuru" diye bir oyun vardı, o oyuna verdiler beni. Oyunda çok fazla tablo, yani resim panosu vardı ve sürekli yer değiştiriyordu. Sonrasında oyunu ertesi hafta Harbiye'de oynatacaktık. Oyunda telli, çok büyük bir pano vardı, o panoyu sahneye koymayı unutmuşum. Çok üzüldüm tabii. Nöbetçi rejisör rapora yazdı bu olayı. Ben sahne arkasında kara kara düşünürken, aynı oyunda oynayan Yalçın Boratap geldi yanıma, "Ne düşünüyorsun oğlum?" dedi. "Sorma agabey rapor yedik," dedim. Hemen o dönemin müdürünün yanına çıktı, sonrasında raporun işleme konulmadığını öğrendim. Benim için dönüm noktasıydı belki de. Ondan sonra serüven başladı, oyunlar oyunlar... Yıllarca tiyatroların çoğunu dolaştım, Harbiye'de, Üsküdar'da ve uzun süre Kadıköy Haldun Taner Sahnesi'nde görev yaptım.
Yaşadığın birçok enteresan anın vardır elbette.
S: Olmaz mı? Fatih Tiyatrosu'nun eski hâlini hatırlarsın, bir gün arka kapıdan dolandırıcı kılıklı biri içeri girdi. Oyunun başlamasına beş dakika var. Gözleri fıldır fıldır oynayan tiplerden, bizim sanatçılardan birine, "Türkan Kafadar'ın otomobili Unkapanı Köprüsü'nün üstünde bozulmuş, acil olarak 30 lira istiyor," dedi. O zamanın parası iyi para... Ondan sonra ben yanlarına gittim, durumu anladık ve öğrendik ki eleman, dışarıdaki afiş panolarından Türkan Abla'nın adını ezberlemiş, dümen atmış bize. Bunun gibi üçkâğıtçılar, dolandırıcılar özellikle Fatih ve Kadıköy sahnelerimizden eksik olmuyordu, o telaşın içinde bir de onlarla uğraşıyorduk.
Şu an tadilatta olan Kadıköy Haldun Taner Sahnesi'nde çok uzun süre görev yaptın. Efsane bir ekip vardı orada. Ne hikâyeler yaşandı, ne alkışlar koptu o çatı altında..
Tabii, Kadıköy önemli bir sahnemizdi, çok iyi bir kadro vardı arkada. Recep ağabeyle beraber Uzun Recep vardı. Aile gibiydik, birçok arkadaş ve ağabeyimiz geldi geçti oradan. Kadıköy'de sahneye girerken üstte bir yer vardı bilirsin, bir çıkıntı. Üstüne her türlü eşya, eski halılar vesaire her şey atılırdı. Recep ağabey bir gün orayı temizlemeye çıkmıştı. Biz de aşağıda, sahnedeyiz. Üstteki demirden ışık barını oraya kadar devam ettirmişler fakat ucunu taş motoruyla kesmişler. Oraları süpürürken kafasını oraya vurmuş Recep ağabey, kan aşağıya nasıl fışkırıyordu anlatamam. Onu aldım, doğru Numune Hastanesi'ne götürdüm. Sen de hatırlarsın, doktorlar dâhil Kadıköy'de bütün herkes tanırdı. Hastanede onu o hâlde görüp tanıyan bir kulak burun boğaz doktoru, aslında görevi olmamasına rağmen hemen dikiş atmıştı o anı unutmam. Çevresindeki herkesin, aileleri dâhil işini halletmeye çalışır, yardımcı olurdu.
Peki, senin bakışınla, geçmişteki prova ve oyun süreçleriyle bugünü karşılaştırırsan en önemli fark nedir diye sorsam?
(Acı acı güldü burada.) Evet..Mesela telefon! Geçmişte şu an kullandığımız cep telefonları yoktu. Herkes; oyuncu, teknik ekip, tüm tiyatro insanları işine daha sadıktı. Pür dikkat prova takip edilirdi, yapılması gerekenler konuşulurdu. Ama şimdi cep telefonu çıktı, provayı izlemesi gerekenler ellerinden telefonu bırakmıyor, sürekli aklı orada, kafasını bile kaldırmıyor. Oyuncak gibi herkesin elinde! Bu durum oyuncu için de, sahne arkası ya da önü herkes için geçerli. Herhangi bir şeye tam olarak odaklanmıyorlar, kafasını oyuna vermiyorlar! Bu bence en önemli sorunlardan bir tanesi.
Maalesef ki çok haklısın.. Birçok sahnede yüzlerce farklı oyun dekoru geçti elinden. Bugün sahnelerimizi geçmişle kıyaslarsan teknik ve imkanlar bakımından ne durumdayız? Olumlu ya da olumsuz ne düşünüyorsun?
Dekor açısından çok fazla bir değişiklik olmadı. Aynı ağırlıkta ve benzer malzemeler kullanılıyor. Yani daha hafiflemesini beklerken değişmedi, kamyon kamyon, tonlarca dekor taşıyoruz bazen. Tabii ki eskiden tamamen insan gücüyle çalışıyorduk, iple makarayla kaldırıyorduk. Şimdi sistemler motorlu, daha iyi ama zorlukları da oluyor bazen. Güvenlik önlemleri de eskiye göre daha fazla. Bir de yeni bazı sahneler yapıyorlar, ana perde motorlu ve elle yönetemiyorsun! Manuel olması lazım. Hep otomatik yapıyorlar, elektrikli. Oyun finalleri, selama çıkış vesaire ayarlamak zor oluyor. Ama manuel olduğu zaman istediğin gibi, hatta alkışı bile sen yönetiyorsun. Fatih'ten bana bir oyun gelmişti. Adı gelmedi aklıma, oyuncular en son lafını tel örgünün içinde bitiriyor ve ışık kararıyor. Seyirci oyunun bittiğini bile anlamıyor, bir sessizlik, bir boşluk... Ben ne yaptım onu? Kadıköy Sahnesi'ne gelince, son laflarını söylerken perdeyi hafifçe, yavaş yavaş gösterdim ve işte o zaman alkış tufanı koptu. Çok önemli bir şey perde. Hatta Babik Kurtuluş'u bilirsin, boşuna "perdeci" demiyorlardı. Tiyatroya girdiğimde teknik müdürdü, kendisi çok severdi perdeyi.
Özel tiyatro tecrübende oldu, ödenekli kurum tiyatrosu ile karşılaştırır mısın? Beraberinde tiyatro teknik ekibinde çalışan arkadaşlara herhangi bir önerin var mı?
Aslında özel tiyatrolara göre Şehir Tiyatrolarında imkânlarımız fena değil. Özel tiyatrolar buraya benzemez, çoğunda dekorcusu da sensin, boyacısı da sensin, ışıkçısı da sensin, yani her şeysin. Burada ise herkesin görevi ayrı. Yeter ki herkes işini doğru düzgün yapsın. Sahnelerde görev yapacak teknik arkadaşlara en temelinden başlayarak çok iyi eğitim verilmeli.. Mesela şimdi yeni genç arkadaşlara oyun teslim ediyoruz, oyun sorumluluğu aldığı için mutlu oluyor. Ondan sonra hemen "Tamam, ben oldum," havalarına giriyor! Olmaz. "Ben oldum" demeyeceksin, öğrenmeye açık olacaksın. Eskiden böyle değildi, tecrübe ede ede, bilmediklerimizi sora sora sorumluluk alıp pişerek ustalaşırdık.
Geçmişten bu güne baktığımızda çalışma koşulları ve sahnede iş güvenliği açısından olumlu anlamda değişim var mı neler söylemek istersin bu konuda?
Bugün tiyatroya yeni gelen arkadaşlar geçmişe göre çok daha rahat bir döneme denk geldiler. Geçmişte sen de hatırlarsın, bazen gece 2'lere 3'lere kadar prova yaptığımız oluyordu. Hafta sonu hafta içi, bayram seyran fark etmeksizin bazen günde 15-16 saat çalışırdık. Ama bugün çalışma koşulları, haklar, hukuklar biraz daha oturmuş durumda. Bu iş güvenliği kanunları ve çalışma süreleri daha bir netleşti ve biz işte ondan sonra rahatlamaya başladık. Hele ki yıllarca, hatırlarsın, cumartesi pazar çocuk oyunu sonrası matine-suareler vardı. Perişandık hepimiz, şimdi oyuncu ve teknik açısından daha rahat ve insani koşullara döndük. Bir örnek vereyim, yıllar önce "Ben Anadolu" oyununu hatırlarsın, İsveç'e turneye gittik, Oyunda şöyle büyük bir küre var, burada parçalanıp demonte vaziyette gitti. Orada kaynak olması gerekiyor, oradaki İsveçli teknik arkadaş kaynak yaptı. Ben bir yerde eksik bir şey gördüm, bir puntalık, bir dakikalık bir şey... "Olmaz, istesekte dokunamayız hiçbir şeye," dediler. Meğer mesai arası yemek saatleri başlamış, o sebeple olmaz demişler. Bizde olsa o küreyi komple söker, yeniden monte ederiz yeter ki prova aksamasın! Turnelerle yurt dışına gidip geldikçe birçok farklı detayı görmeye başladım. Mesela bizde yangın konusuna pek önem verilmiyordu geçmişten beri. Bir oyunla Almanya'ya gitmiştik. Dekorumuzdaki panolardan birinin bir yüzü elyaftı. Panoyu görünce adamlar, "Yanda ışıklar, spotlar var, bunu kesinlikle koydurmayız," dediler. Biz de koymamız şart diye ısrar ediyoruz vesaire. Sonra panoları bir güzel ıslattılar, o şekilde koyabildik. Ama oyun başlayınca bir baktık ki arkada üniformalı iki itfaiyeci, biri sağda biri solda, panonun başında oyun bitene kadar kıpırdamadan nöbet tuttular.. İş disiplinleri çok üst düzeyde, hiç toleransları yok adamların! Biz de zaman içinde geliştik tabii. Sahnede çok farklı malzemeden yapılmış, boyanmış ahşap, tekstil, tül, beraberinde spotlar ve elektrik aksamları, dünya kadar dekor, aksesuar vesaire oluyor. Her birini kullanırken, yerleştirirken çok dikkatli olmalıyız!
Geçmişten günümüze dikkatsizlik sebebiyle bazı sahnelerimizin yok oluşunu hatırlayınca tespitlerinin önemini daha iyi anlıyoruz.. Sefa ağabey, mesleğindeki 45 yılın ışığıyla bizi takip eden arkadaşlara son olarak ne söylemek istersin?
Rahmi'ciğim, şöyle geri dönüp bakınca onca sene göz açıp kapayıncaya kadar geçti. Ama iyi ki sahneyle, tiyatroyla iç içe olmuşum, emek vermişim. Ben yurt içi ve yurt dışında görmek isteyeceğim birçok yere turnelerle, tiyatro oyunları sayesinde gittim. Yıllarca ekmeğimi buradan kazandım. 11 Kasım 2026 tarihinde yaş haddinden emekli olacağım. Sağlığım yerinde, Allah'a şükür. Sonrasında imkân olursa Erdoğan ve Selçuk gibi özel tiyatrolarda mesleğime devam edebilirim belki, belli mi olur? Bu arada, derginizde bana da yer verdiğiniz için çok teşekkür ediyorum.
Bu arada son sözüm, tiyatroya gönül vermiş ve bu kurumda hâlen görev yapan tüm arkadaşlara: Yaptıkları işin ve buranın kıymetini çok iyi bilsinler!
Bize zaman ayırdığın ve bu anlamlı sohbetin için çok teşekkür ediyoruz Sefa ağabey..İyi ki aynı tahtanın üzerindeyiz..
