Tiyatro, hayat ile hayal arasındaki “uzam”da kurulan bir oyun alanıdır. Tarih boyunca, zeminden hafifçe yükseltilmiş bu “alan”, “söyleyen insan”ın “eyleyen insan”la kurduğu yakınlığın ve etkileşimin yüzleşmesi olmuştur. Farazi ilk insandan günümüze, “oyun” kavramının farklı form ve içeriklerde, insanla ve insan olmakla yakın ilişkisini biliyoruz. Ancak oyun kavramının “bilinçli” bir eyleme dönüşmesi, toplumu/topluluğu dönüştürecek bir “ilk etki”yi başlatma cesareti, oyunu “sanat” urbasıyla sahnede yeniden var eder. Bu varlık, aslında insanlık tarihi boyunca, farklı “desibel”de bir çığlığa, bir çağrıya dönüşmüş, özgün formuyla ve yorumuyla kendisinden sonraki zamanlara bir “iz” olmuştur. Ancak, bu iz, mutlak bir varlık ve ontolojinin dayatmasına dönüşmeden, öncü bir okumayla, her çağda farklı izlerin doğmasına zemin hazırlayacak velut bir davet anlamına da gelmelidir.
Değişimin dümen suyunda yol almaktan bahsetmiyorum aslında. “Ân” ile kayıtlı bir rotasızlık değil kastım. Yeni bir form ve içerikle, henüz alfabeye dökülmemiş harflerle, kelimelerle konuşmaktan da bahsediyorum. Ya da değişimin fragmanlarından değil de değişimi doğuracak felsefeden, bakış açısı ve duruştan hareket etmek istiyorum. An’lam deryasından bir katre alıp, âna anlam katarak, “yeni bir şeyler söylemek” ihtiyacını kıymetli buluyorum. Sanat, farklı formlarda çağının “ötekisi” olması pahasına, “söz”ü havalandırmanın bir yolunu bulmuştur. İbrahim ile Hamlet’i “oyun” düzleminde buluşturan ve harekete geçiren de kanımca bu söz söyleme ihtiyacı olmuştur. “Kralın vicdanını oyunla kıstıracağım” diyen Hamlet’in ve rivayete göre baltayı Mervuk’un omzuna asan İbrahim’in “oyun” kurmadığını kim söyleyebilir?
Eylem’in söz’le bütünleştiği bir evren, “kurgu”ya kıymet veren bir iklimi de hazır eder. Bu bağlamda Hamlet’in “eylemsizliği” savı da boşa düşmez mi? “Önce söz vardı” önermesini değerli buluyorsak, sanırım “anlam”a bir gönderme yapmış oluruz. Ancak “form” da tarih boyunca her çağda farklı bir kostümle görücüye çıkmıştır. İçerik ve formun uyumu, sözün kanatlandığı, sahne ile salonun, hayal ile hayatın etkileşiminin yükseldiği, yüceldiği bir “ortam”ı inşa edegelmiştir. Ana konumuz tiyatro olunca, sahnede kurulan “dünya”nın yapı malzemelerinin, söz ve anlam dağarının izini sürmek de kolay hale geliyor. “Yeni’yi aramak, sanatın varlığını anlamlı kılar. Bu çağın insanı, hayatın hızla aktığı bir iklimde, hangi “yeni”yi sahnede inşa ediyor? Tiyatro, yeni ve taze bir solukla nasıl hayat bulacak? Varlık amacını kollayan bir uğraşı için elbette zor bir soru bu.
Kültürlerin uygarlık aşamasına geçerken, formel bir yapı inşa ettiğini biliyoruz. Bu formlar kültürel zenginliklerini, çeşitliliklerini ve biricikliklerini göz ardı etmeden, parmak izi gibi “unique” olsa da, izini süremediğimiz zamanlarda farklı etkileşimler ve yakınlaşmalar sayesinde birbirine yakın formlar inşa ettiğini de görüyoruz. Medeniyetler, birbirinin devamı olarak gelişir. Misal, Antik Yunan olarak tanımladığımız medeniyet havzası Pers, Mezopotamya ve Asya havzasından devşirdikleriyle bir “form” inşa etmiştir. Özünde bir Anadolu medeniyetidir. Mitoloji ile “din”in yakınlığı, söylenceleri besleyen arketip, Musa ile Prometheus’u birbirine yakınlaştırmaz mı? Ya da Aristophanes ile Musahipzade bir yerlerde buluşur mu zihin haritamızda? Coğrafyayı da kültürü de medeniyeti de “tek merkezli” okuma alışkanlığını bırakıp, yeni ve yeniden bir okumaya ne kadar takatimiz var?
Sisifos söyleni misali, her çağ, insanlığın “öz”ünden başlayıp yükseldiği bir âna tanıklık eder. Shakespeare’i anlamak için, ortaçağı bilmek ne kadar önemlidir? Hamlet’i öldürüp Fortinbras’ı neden tahta yakın kıldığının kendince gerekçeleri vardır elbette. Ve dahi Kral Hamlet’in göründüğü gecenin teolojik önemi bizi ne kadar ilgilendirir? Ve dahi birçok detay, çağın çocuğu yazarın zihin haritasının bir başka boyutunu aydınlatır. Durduğumuz coğrafyadan gökyüzüne bakıp hayata karıştığımızda, kurduğumuz “aidiyet” bizi benzersiz kılar. Milenyum çağında kurduğumuz “sahne”de bizim coğrafyanın yeli, rüzgârı, yağmuru, güneşi ne kadar var? Simyacının yolculuğunu yapıp kadim bir kavisle yurduna dönenlerin yaşadığı zihinsel farkındalıktan nasıl bir “inşa” süreci başlar? Aslında merkeze aldığımız sorular, daha çok “biz”le ve “kendimiz”le ilgili. Keşfetmek ve sonrasında çıkılan yolculuk, derin bir farkındalıkla ve belki temelden bir yıkımla yüzleşmeyi de olasılıklı kılıyor.
Nostaljik bir bakışla ve temelden bir reddedişle, çıktığımız yolculuğumuzun, “Brecht” durağında epik bir kırılmaya uğradığını varsayabiliriz. Göstermeci, seyirlik ve eğlence soslu bir “öz”ün, zaman zaman gün yüzüne çıktığını, kimi kalemlerin bir artezyen etkisiyle kabuğu kırıp yüzeye aldığı mürekkeple yazdığını da biliyoruz. Ki bu anlarda “eleştiri” görevini hatırlayan, “söz”ü yücelten, “sahne”yi parlatan ve “seyirci”yi cezbeden bir “etki”den bahsedebiliyoruz. Ne yazık ki, arada bir gelişen bu farkındalık, uzun soluklu bir üslup ve tarzın oluşmasına imkan vermiyor. Vaha gibi, küçük su birikintileri ve çalılıklardan oluşan bir varlık inşa edebiliyor. Bu ontoloji, biçim ve formun karakteristiğini ortaya çıkaran bir hamle olarak hafızamızda kalıyor. Ancak sahnenin bütün bileşenlerini etkileyen bir akışkanlıktan uzak duruyor.
O halde “duran bir saat”in hakikatiyle yüzleşmek mi, bir “arayış’a doğru adım atmak mı? “Ezber”lerimizi bozmadan ya da “konfor” alanlarımızdan uzaklaşmadan bu “adım”ı atmanın mümkün olmadığını biliyoruz. Yaşadığımız çağın belleğimize bıraktığı kayıt, zamanın geçmiş ve gelecek kavşağında insan için yeni sorular ve sorunları belirgin kılıyor. Sahne, bu soru ve sorunlarla yüzleşmek için var. Üretkenlik, yeni metinlerin ve yenilenmiş formların sahne aldığı bütünlüklü bir sahne dünyasının göstergesidir. Farkındalık, miyop bir mizacın değil aksine duyarlılık geliştirerek en yakından en uzağa bir hassasiyetin ifadesidir. “Öncü”lük etmek dediğimiz misyon, biraz da bu farkındalık hassasiyetiyle birlikte gel(iş)miyor mu? Tekrar, başlığa aldığım soruya dönersek, “hayat değişirken sahne aynı kalır mı?”
Elbette kalmaz. Peki, Hayat değişirken sahnede ne kalır? Kültür ve sanatın kadim ilişkisi bağlamında baktığımızda, toprak ve ağaç ilişkisi gibi, ontolojik bir bütünlüğü göz ardı edemeyiz. Değişimi algılayacak bir duyarlılık, sanatın “biricik” evreninin yeniden inşasında temel hareket noktasıdır. Bu çağda, “kendimiz”den bir okumayla, tarihsel ve güncel “odak”tan kopmadan, “yeni” bir başlangıç için düşünmek, “sahne”yi de değişime zorlayacaktır. İşin tuhafı, bir kez adım attığımızda, “yol”un bizi götüreceği kavşak, “dejavu” efektiyle, yüz yıllık “ezber”lerimizi gözden geçirmemizi, geçmişte sorduğumuz soruları “yeniden” sormamızı ve yeniden cevaplar aramamızı da gerekli kılıyor. Bir baş dönmesi anında, en yakın “sabit”e sarıldığımız zamanlardan günümüze, “zemin”le kurduğumuz “bağ”ın katmanlarını araladığımızda, büyük ve zengin bir “müktesebat” ile yüzleşmek de mümkün görünüyor.
Üzerinde yaşadığımız coğrafya, tarih boyunca binlerce hikâyeye “sahne” olmuştur. Bir “meddah” iştahıyla, bu hikâyelerin “toz”unu silkelemek ve yeni bir “heves”le anlatmak, sahneyi yeniden var etmenin bir yolu olabilir. Çünkü oyun ile hayat, tahta (tiyatro zemini) ile toprak, insan ile insanlık arasında “bağ” kurmak, yatay ve dikey koordinatlarda insanı, zamanı ve tarihi yeniden tanımlamakla mümkündür. Yazmak, her zaman bulunduğun toprağa bir “artezyen” mesafesinde gelişen yolculuktur. Aradaki katmanları aralamak, duvarları yıkmak ve “mahalle”nin dışına çıkmak, yeni bir “felsefe”yi ve düşünme biçimini gerekli kılar. Felsefesi gelişmemiş, kendi “ontolojisi”ni kurmamış hiçbir sanat, “taklit”ten öteye geçemez. “Yeni”ye yer açarak, farklı seslere kulak kabartarak ve “hayret” duygusunu diri tutacak bir estetiği var ederek, kendi hikâyelerimize de söz hakkı vererek “sahne”yi değişime hazırlayabiliriz.
Evet, hayat değişiyor. Bu değişimi kimi zaman çaresizlik içinde kabul etsek de, değişiyor. “Dün dünde kaldı cancağızım. Şimdi yeni şeyler söylemek lazım” sözünü her çağa uyarlamak mümkün. Yeni bir dünyanın sancısı çoktan başladı. Para dijitalleşiyor, zeka “yapay” bir ontoloji kuruyor, sınırlar muğlaklaşıyor, global bir etkileşim ağı dünyayı farklı bir etkileşime dahil ederken, toprakla, coğrafyayla, sınırlarla, insanla ve dairenin ilk halkasındaki birçok “yakın”lıkla bağlarımız daha derin bir farkındalık istiyor.
“İçe bir bakış”la yeni tanımlara ihtiyacımız var.
“Yer” kabuğu sarsılırken, “sahne” sabit kal(a)maz!..