İstanbul’da tiyatro, her köşesinden başka bir yüzünü gösteren bir şehrin aynası gibi. Şehir tiyatroları, Devlet tiyatroları ve Özel tiyatrolar, seyirciye her ölçekte oyun izleme fırsatı sunuyor. Klasik metinlerden çağdaş yazarlara, köklü sahnelerden alışveriş merkezlerindeki en az tavan yüksekliği kadar kâr yapan salonlara, küçük apartman dairelerinden dönüştürülmüş sahnelere kadar geniş bir sahne yelpazesi var. Henüz öğrencilik döneminde sahneye çıkan genç oyunculardan, yılların tecrubesini taşıyan sanatçılara, televizyon dizilerinden tanınan oyuncuların rol aldığı büyük prodüksiyonlardan tek kişilik minimalist yapımlara kadar farklı türlerde oyunlar da seyircinin ilgisine sunuluyor. Işığı, dekoru, kostümüyle İstanbul Tiyatrosu çeşitliliğini koruyor ve korumaya devam etmeli; zira seyirci meraklı, ilgili ve salonları doldurmaya hazır. Bu çeşitlilik, İstanbul’un tiyatro sahnesinin hala güçlü bir şekilde varlığını sürdürdüğünü gösteriyor.
Seyircinin tiyatroya ilgisi, tarihsel olarak da köklü bir temele sahip. 19. yüzyıl ortalarında Naum Tiyatrosu’nda sahne alan İtalyan kumpanyalarından bu yana seyirci ilgisi hep yüksek oldu. Televizyonun cazibesinin yükseldiği çok kanallı ilk dönemler ve pandemi gibi zor zamanlar dışında, salonların ışıkları hep seyirciyle buluştu.
Seyircinin bu ilgisini destekleyen önemli bir gelişme, Kadıköy–Beyoğlu–Mecidiyeköy–Üsküdar hattına sıkışan tiyatro sahnelerinin son yıllarda Sarıyer, Kartal, Bakırköy, Başakşehir gibi ilçelere doğru yayılması oldu. Üstelik bu yeni sahneler kısa surede kendi seyircisini de yaratmaya başladı. Farklı sahnelerde farklı mekânsal, görsel ve işitsel deneyimler elde etmek isteyen seyirciler, bu yeni merkezleri de keşfetmeye istekli görünüyor.
Bununla birlikte, Osmanlı/Türkiye tiyatrosunun 175 yılı geride bırakılırken seyircinin tiyatrodaki rolü tartışmalı bir noktada duruyor. Seyircinin bir paydaş mı yoksa yalnızca bir finansman kaynağı mı olduğu sorusu ise hala net bir şekilde yanıtlanabilmiş değil. Öte yandan seyirciye dair fikirler, istekler, şikayetler diğer paydaşlar tarafından ne yazık ki çoğu zaman kulak ardı ediliyor. Yapılan az sayıda çoğunlukla göstermelik olan arkaik anketler ise, gerçeğe dokunmayan bir yüzey çiziyor ve sahici sonuçlara ulaşamıyor.
Oysa seyirci ister müdavim, ister yalnızca televizyon oyuncularını görmek için salona gelen biri olsun, asıl beklentisi anlamlı bir deneyim yaşamak. Fakat son yıllarda bu deneyimi zorlaştıran en önemli etkenlerden biri; artan bilet fiyatları. Uzun suredir özel tiyatrolarda gördüğümüz dört kişilik bir ailenin beraber tiyatroya gidişini engelleyen bu yüksek fiyatların artık Devlet tiyatrolarında da görülmeye başlaması ciddi bir sorun. Misyonu sözde toplumun kültürel ihtiyacını karşılamak, Türk dilini geliştirmek, tiyatro sanatını yaygınlaştırmak ve evrensel değerlere sahip bireylerin yetiştirilmesine katkıda bulunmak olan Devlet Tiyatroları’nın geçtiğimiz Nisan ayında yaptığı yaklaşık %300’luk zam, seyirci açısından hayal kırıklığı yaratıyor. Öyleyse, DT bizim bildiğimizden farklı şekilde gelişen ve refah içinde yaşayan bir toplum ve halka hizmet ediyor olacak ki bu zammı yapmayı yurttaşlara reva görüyor ve bu durumu bu kadar kolay meşrulaştırabiliyor. Buna karşın İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları’nın neredeyse bir kahve fiyatına iki kişilik tiyatro deneyimi sunabilmesi, “ulaşılabilir tiyatro” kavramını hatırlatması açısından değerli. Elbette özel tiyatrolardan aynı rakamları beklemek gerçekçi değil; ancak ilgili kurumların desteğinden yoksun bırakılan bu sahnelerin maliyetini doğrudan seyircinin sırtına yüklemesi de kabul edilebilir değil. Tek bir bilet için binlerce lira talep etmek, tiyatroya gitmeyi bir lüks tüketim haline getiriyor. Seyirci ise bu gidişatın sürdürülemez olduğunu görüyor ve tüm taraflardan elini taşın altına koymasını talep ediyor. Aksi halde bugün kapalı gişe oynayan kimi büyük prodüksiyonların bile ileride boş salonlara perde açması kaçınılmaz olabilir.
Daha küçük sahnelerde hazırlanan oyunların, henüz prömiyerlerini yapmadan 600–750 TL bandında bilet fiyatlandırmasına gitmesi ise ayrı bir sorun. Bu durum, tiyatronun farklı seslerini ve deneyimlerini keşfetmek isteyen seyirciyi caydırıyor. Seyircinin “Aynı paraya daha büyük sahnede, televizyon ünlülerini görürüm” düşüncesine yönelmesi, alternatif tiyatro üretimlerini daha yolun başında zayıflatıyor. “Özel tiyatroların başka şansı yok.” diyenlerin sayısı az değil elbette. Bu noktada tek olumlu istisna, İ.B.B. Kültür'ün kendine bağlı kültür merkezlerini sezon boyunca organize ederek oyunları ücretsiz halka sunma çabası. Bu yaklaşım, tiyatronun gerçekten “herkese ait” bir sanat olduğunu hatırlatan nadir örneklerden biri.
İşin tek boyutu maddi değil elbette. Ücretsiz oyunlarda vasat sahnelerin teknik açıdan iyi durumda olmaması anlaşabilir olsa da Devlet ve Şehir Tiyatroları’nın gedikli sahnelerinde hala teknik sorunların çözülemiyor oluşu denetimin ve seyirci deneyiminin pek de fazla umursanmadığı izlenimini oluşturuyor. Deneyimi gölgeleyen bu teknik aksaklıklar da tiyatronun büyüsünü bozuyor. Müze Gazhane’de dış seslerin oyuna karışması, Musahipzade Celal Sahnesi’nin havasızlığı, AKM ve Muhsin Ertuğrul’daki akustik yetersizlikler, Süreyya Operası’nda görünmeyen sahne bölümleri... Tüm bunlar, seyircinin oyundan alacağı keyfi azaltıyor. Bu ihmaller, tiyatroda özenin eksik kaldığını hissettiriyor.
Uzun bir tiyatro geçmişine sahip bir ülke olmamıza rağmen, tüm paydaşlarıyla birlikte henüz ortak bir tiyatro adâbının tam anlamıyla yerleşmemiş olması, bilinçli seyircinin tiyatroda umduğunu bulamamasına yol açıyor. Basit gibi görünen bazı unsurlar, deneyimin keyfini artırmak yerine ne yazık ki çoğu zaman gölgeliyor. Uygun şartlarda bir tiyatro deneyimi yaşamak isteyen seyirci için en büyük engellerden biri, temel kurallara özen gösterilmemesi. Oyunun başlaması gereken saatte hala içeri seyirci alınması ve oyunların zamanında başlayamaması yalnızca özel tiyatrolarda değil; tam tersine, tiyatroyu bir ritüel ve tören ciddiyetiyle sürdürmesini beklediğimiz Şehir ve Devlet tiyatrolarında da sıkça rastlanan önemli bir eksiklik olarak karşımıza çıkıyor. Üstelik oyun başladıktan sonra da salona giriş çıkışların sürmesi dikkatleri dağıtıyor. Bunun sorumluluğu yalnızca görevini lâyıkıyla yerine getirmeyen salon personeline değil, aynı zamanda oyun sırasında telefon ekranına bakan, gizlice fotoğraf çekmeye çalışan ve diğer seyircilerin deneyimini hiçe sayan sorumsuz izleyicilere de düşüyor.
Tiyatro deneyimini zedeleyen bir başka unsur da, seyircinin sahneyle etkileşimini sürdürmesine imkan tanıyan broşürlerin giderek yok olması. Ekonomik kaygıların belirleyici olduğu günümüzde, özel tiyatroların broşür basmaktan vazgeçmesini anlayışla karşılamak mümkün. Ancak bu eksikliğin belediye ve devlet tiyatrolarında da hissedilmesi, seyircide ciddi bir hayal kırıklığı yaratıyor. Bazen elde kalan küçük bir kağıt bilet bile seyirciye hoş bir hatıra bırakabiliyorken, broşürlerin giderek ortadan kalkması tiyatronun belleğini törpülüyor. Özellikle Devlet Tiyatrosu’nda fuaye alanlarında, bilet parasına ek olarak seyirciye oyun kitapçıklarının satılmaya çalışılması kabul edilebilir olmaktan uzak. Üstelik bu satışların çoğu zaman şeffaflıktan uzak, kayıt dışı bir şekilde yürütülmesi, seyirciyi oyunun parçası olmaktan çok bir müşteri konumuna indirgediği izlenimini doğuruyor.
Tüm bu özensizlikler ve denetimsizlikler, seyircinin tiyatrodan taşıyacağı hatırayı gölgede bırakıyor. Oysa tiyatroya duyulan ilgi, geçmişten bugüne hiç eksilmeden süren bir gelenek.
Seyircinin salonları doldurma isteği hâlâ güçlü, çeşitlilik ise hiç olmadığı kadar geniş. Ancak fiyat politikalarından teknik eksikliklere, tiyatro adâbından seyirciyle kurulan iletişime kadar pek çok noktada özenin ve denetimin artması gerekiyor. Tiyatroyu yalnızca bir gösteri değil, toplumsal bir deneyim olarak gören seyirci, emeğine ve zamanına değer verildiğini hissetmek istiyor. Bu yüzden kurumların, sanatçıların ve destek mekanizmalarının ortak sorumluluğu, tiyatroyu daha erişilebilir, daha nitelikli ve daha kapsayıcı hale getirmek olmalı. Aksi takdirde bugün kapalı gişe oynayan prodüksiyonların yarın boş salonlara hitap etmesi kaçınılmaz olabilir. İstanbul’da tiyatro seyircisi, umduğu ile bulduğunun arasındaki farkın kapanmasını ve yalnızca izleyici değil gerçek bir paydaş olarak görülmeyi bekliyor.