Bir dönemin koşullarını, toplumun dönüşümünü ve belleğini taşıyan en kudretli yol tiyatrodur zannımca. Geçmişten devraldığımız alışkanlıklar, bugünün baskıları ve geleceğe dair arayışlarımız ile birlikte her kuşak, tiyatroyla kendi ilişkisini yeniden kurar. Ancak bugün, bu ilişki biz genç tiyatrocular için bir sınavdan ibaret; bir yandan dönüşen, diğer yandan gelişimi durma noktasına gelen bir tiyatro içinde kendimize nasıl yer bulacağız? Tiyatro; en canlı, en dinamik haliyle varlığını sürdürebilmesi için yeni nefeslere, yeni fikirlere ve genç bir enerjiye ihtiyaç duyar. Peki, bu enerjinin önü tıkandığında, tiyatro kendisini nasıl dönüştürecektir? İşte ele alacağımız sorun tam da bu.
Geçtiğimiz sene konservatuvardan mezun olmuş, hayalleri bavulunda genç bir tiyatrocu olarak, bahsetmek üzere olduğum şeylerin benim gibi bu yolda yürümeye çalışan yüzlerce gencin ortak çığlığı olduğuna inanıyorum. Biliyorum, hepimiz aynı sorularla uyanıyoruz: "Şimdi ne yapacağız? Nereye gideceğiz? Neden bir türlü ‘Ben oyuncuyum’ diyemiyoruz?"
Tüm bu karmaşayı "düzeltmek" için "değiştirmek" gerekir. İsterim ki; hep beraber bu değişimin bir parçası olalım. Bu yazıyı bir serzeniş olarak değil, çözüm arayışının bir parçası olarak yazıyorum.
Biz yeni mezun genç oyuncular, sektörün içinde olduğumuzu hissetmeyecek kadar dışarıda, ama sorunları görebilecek kadar yakın bir yerde duruyoruz. Bu durum, bazen mesleki kimliğimizi sorgulamamıza yol açıyor: "Daha bir dizide bile oynamadım, ben gerçekten oyuncu muyum?" Bu, sadece kişisel bir karmaşa değil, sistemin bizi ittiği bir kafa karışıklığı. Üstelik bu kafa karışıklığı konservatuvarlarda başlıyor. Ne yazık ki, hocalar da kendi hocalarından gördükleri baskının etkisiyle bir otorite zinciri oluşturuyor ve bu zincir öğrenciler üzerinde yeniden hayat buluyor. Bu da, konservatuvar öğrencilerinin kendi arasında benzer bir rekabet ve güç mücadelesi yaratmasına yol açıyor. Yani aslında nesiller boyunca devam eden bir baskı zincirinin parçası oluyoruz. Bu kişisel kavgalarımızın yanı sıra; sınırlı kaynaklar ve sistemin yarattığı baskının da doğal bir sonucu.
Mezuniyetin getirdiği işsizlik ve ekonomik zorluklarla boğuşurken, bir de sektörün acımasız gerçekleriyle yüzleşiyoruz. Günümüz Türkiye tiyatrosunun yaşadığı dönüşüm, yeni mezun ve genç oyuncular için hareket alanını daraltan bir etkiye sahip. Konservatuvardan yeni çıkmış, mesleğe adım atmak isteyen genç oyuncular olarak, bu değişimin içinde kendimize yer bulmakta zorlanıyoruz.
En temel sorunumuz; sahneye çıkmak ve seyirciyle buluşmak için gerekli alanları bulamamak.
Tiyatro, ne yazık ki, bir süredir büyük prodüksiyonların ve televizyondan tanıdığımız yüzlerin egemenliğinde. Günümüzde tiyatro yapımları, sanatsal değerinden çok gişe potansiyeline göre şekilleniyor. Popüler dizi veya film yıldızları, tiyatronun marka yüzü haline geliyor. Bu isimlerin zaten var olan geniş hayran kitleleri, yapımcılara garanti bir gelir kapısı sunuyor. Yani pazarlama gücü yüksek olan kazanıyor.
Biz, genç tiyatrocular olarak, bu kapalı sisteme dahil olamıyoruz. Çünkü sektör, yeni ve taze fikirler yerine daha önce denenmişi ve gişe getireceği garanti olanı tercih ediyor. En büyük hayal kırıklıklarımızdan biri de; bazı göstermelik seçmeler. Zaten kimin seçileceği belliyken, bizler hep aynı umutla bekliyoruz.
Oyuncuyu sistemin dışına iten bu durum, doğrudan seyirciye sunulan ürün yelpazesini de belirliyor. İzleyici; bilerek veya bilmeyerek, bu tekelleşmeyi destekliyor. Çünkü sektör sürekli aynı isimleri ve yapımları ön plana çıkarıyor, böylece seyirciye başka bir seçenek kalmamış oluyor. Aslında en önemli sorulardan biri tam da bu: Seyirci, gişe tiyatrosunun dışında ne istediğini biliyor mu? Seyirciye sürekli aynı gösteriler sunulunca, farklı bir şeyin varlığındanhaberdar olması beklenemez.
Seyirci; aslında ne istediğinden çok, neye ulaştığıyla yönlenir. Büyük prodüksiyonlar, pazarlama bütçeleri sayesinde her yerde karşısına çıkar; sosyal medyada, reklam panolarında, popüler televizyon programlarında... Dolayısıyla seyirciye sunulan ve kolayca ulaşılabilir olan, en çok pazarlanan üründür. Bu noktada seyircinin tercihini sorgulamak yerine, ona farklı seçenekleri ulaştıramayan sistemi sorgulamak da bir diğer seçenek olabilir. Aslında her durum hem birbiriyle zincirleme bağlantılı hem de çelişkili bir döngü oluşturuyor.
Genç tiyatrocuların yenilikçi ve deneysel işleri, pazarlama gücü olmadığı için hedef kitlelerine ulaşamıyor; sonuçta seyirci, haberi olmadığı bir oyuna yönel(e)miyor. Bu yüzden sorun, "Seyirci bunu izlemek istiyor mu?" sorusundan çok, "Biz bu işleri seyirciye nasıl ulaştırabiliriz?" sorusuna dönüşüyor. Belki de bu kısır döngüyü kırmak için yeni bir üretim ve buluşma şekli gereklidir.
Öte yandan daha küçük, orta ölçekli alternatif tiyatroların da dar bütçelerle ayakta kalmaya çalışması, onları risk almaktan alıkoyuyor. Bu kumpanyalar -doğal olarak- genellikle tanıdık ve güvendikleri bir oyuncu ekibiyle çalışmayı tercih ediyor. Bu durum, sektördeki tanışıklık ve çevre döngüsünü pekiştirerek, dışarıdan yeni yüzlerin ve yeni fikirlerin bu ortamlara dahil olmasını imkansız hale getiriyor. Oysaki genç bir tiyatrocu, sadece kendi hayallerine değil, sektöre taze bir soluk getirecek yeni fikirlere ve enerjiye de sahiptir. Kurum tiyatroları ise adeta birer kale gibi. Genç oyuncular için bir kariyer kapısı olmak yerine, yıllardır boşalmayan kadroları ve açılmayan sınavlarıyla adeta bir umutsuzluk kapısına dönüştü. Halbuki bu kurumlar, sözleşmeli oyuncuları daha aktif kullanarak veya proje bazlı çalışmalarla genç yeteneklere fırsat tanıyarak bu kilitlenmiş sistemi açabilirler.
Gençlerin umudunu kıran bir diğer durum ise, “Bu işin doğası bu" diyerek meşrulaştırılan mobbing ve emek sömürüsü. Gönüllülük adı altında saatlerce çalışıp, karşılığında sadece "deneyim" ve "afişte adımızın yazması" gibi kırıntılarla yetinmemiz bekleniyor. Bizler sadece üretmek, işimizi yapmak istiyoruz; adil, işbirliğine dayalı ve emeğimizin karşılığını aldığımız bir ortamda. Deneyimlilerden bize asistan ya da öğrenci gibi değil meslektaş gibi davranmalarını, fikirlerimizi dinlemelerini ve onlardan öğrenme fırsatı bulmayı bekliyoruz.
Bu bağlamda ortaya çıkan en önemli sonuç, tiyatro sanatının kendi içinde bir kısır döngüye girmesi oluyor. Genç oyuncuların kendilerine yer bulamaması, sektördeki yaratıcılığı ve dinamizmi ciddi şekilde yavaşlatıyor. Gençlerin tiyatrodan uzaklaşması, alternatif alanlara yönelmesi veya sektöre küsmesi, tiyatronun yenilenememesine neden oluyor. Oysa yeni nesil, çağın ruhunu, yeni teknolojileri ve farklı anlatım biçimlerini en iyi anlayan kesim.
Biz genç oyuncular, tiyatrodaki dönüşümün hem kurbanı hem de en büyük itici gücüyüz. Kurumsal ve ticari tiyatroların kapıları bize kapalı olsa da, kendi alternatif tiyatrolarımızı kurarak, kendi oyunlarımızı yazıp yöneterek yeni estetiklerin öncüsü oluyoruz. Tiyatronun kapılarını gençlere kapatmak, aslında tiyatronun geleceğini tıkamak demektir.
Kısacası, günümüz tiyatrosunun ekonomik ve yapısal sorunları, genç oyuncular için hareket alanı bırakmıyor.
Peki, bu kısıtlı ortamda tiyatronun geleceği için ne yapabiliriz? Öncelikle, sorunları dile getirmek ve ortak bir zemin bulmak gerekiyor. Bu sadece gençleri değil, tiyatronun her öznesini ilgilendiren bir konu. Çünkü olası kötü senaryoda; yakın bir gelecekte konservatuvar mezunu gençlerin çoğu iş bulamayacak ve tiyatroda çalışanların yaş ortalaması giderek artacak. Bu durumda tiyatro eğitimi belki tercih edilmeyecek, sektöre olan talep azalacak ve önlem alınmazsa tiyatro diye bir şey kalmayacak. Bu ihtimalleri gözetip, ortak çabamızı bu sorunların çözümlerine yöneltmeliyiz.
Gençlere alan açın; onların enerjisi ve yaratıcılığına güvenin. Çünkü asıl dönüşüm, buradan başlayacak.
Bu yazıyı, aslında hepimizin bildiği ve yaşadığı sorunları kendi bakış açımdan paylaşmak; gücümüzün farkına varıp bir araya gelmemize katkı sunmak için yazdım.
Tiyatro; ustasıyla, çırağıyla, alaylısıyla ve okullusuyla hepimizin.
Filiz filiz gelen gençleri budayarak mesleğimizi geleceğe taşıyamayız.