Çiğdem Hanım, merhaba. Hem alternatif müzik dünyasında hem de tiyatro sahnesinde önemli bir yer edindiniz. Aynı malzemeyle iki farklı alanda üretim yapmak müziğinizi nasıl besliyor? Sahne müziği, sizin müzikal anlayışınızda nasıl bir yer tutuyor?
Ben müziğe piyano ile başladım ama küçük yaşlardan beri şarkı formuna büyük merakım vardı. Evimizde her akşam yemeğinden sonra bağlaması ile bize türkü söyleyen babam ve kulağı ve sesi gayet iyi olan annem sayesinde halk türkülerine ve Türk müziği şarkılarına da epey aşinaydım.
Konservatuvar öğrenciliğim sırasında şairler ve şiirlerine duyduğum ilgi çok arttı. Önce şiir yazmaya başlamışken sonraları şiirlerim melodiye büründü ve ben kendimi sürekli piyano başında şarkı yazarken bulmaya başladım. Bu, hayatımda hiç planlanmamış; son derece içgüdüsel, kendiliğinden gelişen bir süreçti. Ancak bütün bu içsel yolculuğum tiyatroyla tanışmamla rayına oturdu diyebilirim. Gizliden gizliye, müziğin tek başına anlatım gücü bana yeterli gelmiyordu. Tiyatro sayesinde tanıştığım metinler kurtarıcım oldu ve yazdıklarımın kendi adıma daha derin anlamlar kazanmasını sağladı.
Belki de bu organik geçiş nedeni ile tiyatro için ilk müziklerimi yazmaya başladığım zamanlarda, bir kaç özenti deneme sonrasında kendimce önemli bir karar aldım. “Ben tiyatroda klişe bir müzik değil, Çiğdem Erken müziği yapıcaktım.” Hayranı olduğum bestecilerin ya da bugüne kadar “tiyatro müziği” diye tescillediğimiz türlerin beni sınırlamasına izin vermedim. Şarkı yazarlığımın oluşturduğu temelde gönlümce yazıp çizerek devam ettim.
Sahne sanatlarında müzik; opera, operet, müzikal, müzikli oyun gibi çok farklı biçimlerde karşımıza çıkıyor. Bu türler arasındaki temel farklar sizce nelerdir? Bu alanlardan hangisinde üretmekten ve içinde olmaktan keyif alıyorsunuz?
Benim favorim müzikli oyunlardır. 1928 yılında dünya premierini yapmış Bertolt Brecht ve Kurt Weill ortak üretimi olan "Üç Kuruşluk Opera”, müzikli oyunlar açısından milattır.
Brecht opera ve operetlerden aldığı ilhamla; müzikleri opera ve operetlerden daha az ama daha önceki tiyatro oyunlarından daha fazla olan yeni bir türün kapılarını açmış ve kendi biçimi için “epik tiyatro” terimini ilk kez bu zamanlarda kullanmaya başlamıştır.
Müzikli oyun ve müzikal arasındaki fark zaman zaman karıştırılsa da aslında oldukça belirgindir. Opera, operet ve müzikallerde konuşma bölümleri çok azdır; hatta bazen hiç yoktur. Oyunun metni tamamen müziğe dayandırılmıştır; konu, karekterlerin tanıtımı ve diyaloglar müzik üzerinden ilerler.
Müzikli oyun ise çok geniş bir palet olarak karşımıza çıkar. İçinde 3-5 şarkı olan bir oyuna da yahut Keşanlı Ali Destanı ya da Üç Kuruşluk Opera gibi 20-25 şarkısı olan bir oyuna da “müzikli oyun” diyebiliriz.
Müzikli oyunların beni cezbeden tarafı, epik tiyatro anlayışından gelen; “söyleyecek sözü olan”, şarkıları olmasıdır. Seyirciyi uyaran; uyanmaya, düşünmeye, gerçeğe, bugüne ve hatta şimdiye çağıran, bütün bu gerçeğin değiştirilebilir olduğuna ve seyircinin de bu değişimde rolü olabileceğine dikkat çeken, toplumsal adalet ve sosyal konular hakkında fikir verme anlayışında şarkılar. Müzikli oyunlar ve kabareler bu anlamda benim üretmekten en çok zevk aldığım türler.
Bir tiyatro müzisyeni olarak, yönetmenin sahne hayalini müzikal dilinizle nasıl buluşturuyorsunuz? Eşlik etmek ile oyunun ruhunu güçlendirmek arasındaki dengeyi nasıl kuruyorsunuz?
Tiyatroda yönetmenin varlığını son derece önemseyen bir müzisyenimdir. Benim yönetmenle ilişkim “emir demiri döver” şeklindedir. Son ana kadar yönetmeni anlamaya aynı zamanda kendimi de ona anlatmaya çalışırım.
Elbette sahne yapıtları, yönetmenin estetik tercihleri sonucunda şekillenir; ama ben de yönetmene uyum sağlarken, müzikal anlayışımı ve tınılarımı terk etmeden ona eşlik etmek isterim.
Ayrıca metne çok sadığımdır. Metni didik eder, kendime malzeme ararım. Bazen yönetmen için çok da önemli olmayan bir bölüm benim için son derece ilham verici olabilir ya da yönetmen oradaki müzikal yatkınlığı fark etmemiş olabilir. Bununla ilgili fikirler üretir ve yönetmenle paylaşırım. Çoğu çalışmamda fikirleri kabul görmüş, bu rahatlıkla çalışabilmiş bir müzisyenim. Her zaman söylerim, müzik tiyatroda önemli bir silahtır ve hem ekonomik hem de dikkatli kullanılması gerekir. Bu yüzden de provalarda yönetmenin “şeytan avukatlığını” yapmaktan geri durmam.
Bestelediğiniz bir tiyatro müziği, prova sürecinde oyuncuların müziğe yatkınlıkları ve müzikal yetenekleri doğrultusunda nasıl şekilleniyor? Bu etkileşimle nasıl ilerliyorsunuz? Bir örnek verebilir misiniz?
Oyuncu benim olmazsa olmazımdır. Tiyatroda en çok ilham aldığım şeyin oyunculuk sanatı olduğunu söyleyebilirim. Oyuncuya inancım çok sağlamdır. Yetenekli ve özellikle provaya iştahlı bir oyuncuyu bulursam, sonuna kadar “birlikte neler yapabiliriz” diye düşünür, meseleyi kafamda kurcalarım. Oyuncudan asla vazgeçmem. Ben, tiyatro şarkılarını oyunculardan daha iyi söyleyebilecek kimse olmadığını düşünüyorum. Dünyanın en iyi sesini de getirseniz, iyi bir oyuncu kadar beni tatmin etmez. Çünkü oyuncu, canlandırdığı rolle birlikte içgüdüsel olarak şarkının doğru yorumunu bulur. Bunu da provalarda minik serçe adımlarıyla yaparız. Burada birbirimize inanıp güvenmemiz çok önemlidir.
Çok yakın bir örnek vermem gerekirse, İBBŞT yapımı “Bu Memleket Bizim” projemizde sadece oyunculardan oluşan koromuz çok üst düzey bir ses bütünlüğüne ulaştı. Premier akşamı hem kendimle hem onlarla gurur duydum. Daha önceki yıllarda Keşanlı Ali Destanı, Kabare gibi oyunlarda da çok iyi bir seviye yakalamıştık. Şehir Tiyatrosu bu anlamda benim için harika bir çalışma alanı.
Tiyatro müziği dışında yaptığınız bestelerinizde, izlediğiniz bir oyun veya okuduğunuz bir metinlerden ilham aldığınız oluyor mu? Varsa, bu süreci bizimle paylaşır mısınız?
Ben neredeyse çocuk yaşlardan beri şarkı yazıyorum. İlk yazdığım şarkıdan beri benim için en önemli şey söz oldu. Şarkı, benim için söz demektir.
Şarkıyı diğer müzikal formlardan ayıran şey, sözüdür. Ne mutlu bize ki harika bir coğrafyanın çocuklarıyız. Büyük ozanlarımız ve şairlerimiz var. Aşık Veysel, Mahzuni Şerif, Nazım Hikmet, Can Yücel, Cemal Süreya ve daha niceleri. Saymakla bitmez bir edebi zenginlikte büyüdüm. Onların ayak izleri en büyük şansım. Şarkılarımda, yaşadıklarımla şekillenen iç dünyamı; bazen aşkı, bazen de isyanı, metaforik kavramlarla anlatıyorum. Bu anlamda en önemli ilham kaynağımın hüzün olduğunu söyleyebilirim. Uzaktan sevebilmek, ölesiye bekleyebilmek… Sevginin tüm biçimlerine ve ruh hallerine inanan bir insanım. Ozanlara öykünen, kendi halinde minör aşk şarkılarımla belki sevdiceğe sesleniyor belki de tarihe not düşüyorum. İçerdeki yalnızlığı şiirselleştirme çabası da diyebiliriz.
Birebir ya da grup hâlinde yaptığınız atölye çalışmalarında oyuncularda müzikal açıdan en çok hangi eksiklikleri gözlemliyorsunuz? Müzikli tiyatroda şarkı söyleyen oyunculara yönelik hangi teknikleri önerirsiniz?
Esasen ben oyuncuda eksik arayan değil, hep gelişmeye inanan bir müzisyenim. Ancak bazı oyuncuların kişisel gelişimlerine yeterince vakit ayırmadığını gözlemliyorum. Oyuncuya rol ne zaman gelirse, o rol için gerekli beceri tam da o provada geliştirilmeye çalışılıyor. Halbuki iyi bir oyuncu, aynı zamanda çeşitli alanlarda marifetli omalı. Türkiye’de ve dünyada çoklu yetenek sergileyen oyuncuların kariyerlerini çok daha iyi yönetebildiğine şahit oluyoruz. Okullardaki eğitimin de zaten bu konuda açıkları varken kişisel gelişime vakit ve emek harcamak kaçınılmaz olmalı. Üstelik bilgiye ve egzersize ulaşmak artık çok kolay; evde açıp dinleyebileceğiniz, çalışabileceğiniz binlerce materyal var. İmkanlar dahilinde uzman kişilerle çalışmak da her zaman faydalı olur tabii ki.
Bu sayımızda, geleneksel tiyatroyu müzikle buluşturan yönetmen Engin Alkan ile de konuştuk. Biliyorsunuz ki Engin Alkan oyunlarında müzik sıkça karşılaştığımız güçlü bir unsur. Peki günümüz tiyatrosunda oyunların müzikle entegrasyonunu nasıl buluyorsunuz? Sizce, tiyatroda müziğe yeterince kıymet veriliyor mu?
Şimdi bu zor sorunun cevabını toparlamaya çalışayım ve özellikle ülkemiz açısından cevaplandırayım. Tabii ki müzik, diğer ilgili disiplinler gibi tiyatronun önemli bir parçasıdır. Hatta bazen teknik bazen de metnin isterleri açısından çoğunlukla vazgeçilmez bir unsurdur. Öte yandan müzik, hoyratça kullanılmaya da çok müsaittir. Telefonunuzdan açtığınız bir aplikasyonla beğendiğiniz bir şarkıyı bir anda provaya ya da oyuna dahil edebilirsiniz. Bu kolaylık, zaman zaman işi vasata sürüklüyor. Eskiden çok sık, artık daha seyrek de olsa çiğnenen, müzisyen telif hakları da cabası. Üretimin bol olması, yaratıcılığın yüksek olmasını garanti etmiyor. Tiyatro müziğine başladığım ilk günden beri hedefim, çıtayı yükseltmek oldu. Bunun gerçekleşebilmesi için tiyatroda sadece müziğe değil, müzisyene de önem atfetmek gerekiyor. Zaman zaman bunun es geçildiğini düşünüyorum.
Engin Alkan örneğine gelince, Engin kendisi de müziğe karşı müthiş yetenekli bir oyuncu olduğu için yaptığı oyunlarla müzik arasında son derece organik bir bağ kurabiliyor. Kıymeti kendinde saklı. Zaten tanıdığım ve çalışma şansı bulduğum tüm iyi yönetmenlerin ortak özelliği, müzikal gusto sahibi olmalarıdır.
Son yıllarda teknolojinin sahne sanatlarında giderek daha fazla önem kazandığını görüyoruz. Sizce gelecekte tiyatro müziği nasıl evrilecek? Teknolojinin etkisiyle nasıl bir dönüşüm geçirecek?
Teknoloji, her alanda olduğu gibi müzikte de işimizi epey kolaylaştıran bir seviyeye ulaştı. Müziği notaya dökerken, kaydederken bu nimetlerden epey faydalanıyorum. Ama teknolojinin tiyatro müziğinin ruhunu değiştirebilecek bir gücü olduğuna inanmıyorum. Teknoloji onu kullanan kişinin elinde faydalıdır. Özellikle yapay zeka ile yapılan müzikleri son derece suni ve ruhsuz buluyorum. Yapay zeka ile yapılan müzikler, bir şeylerin kötü bir kopyası gibi duruyor; ve çoğunlukla dinler dinlemez yapay zeka ile yazılmış olduğunu tahmin edebiliyorum. Tabii bu şimdilik böyle. İleride neler olacağını bilemeyiz; teknoloji akıl almaz bir şekilde ilerliyor. Belki bu işe ruh katmanın bir yolu icat edilebilir. Bu görüşümü yapay zeka ile de paylaştım ve ona yaşanmışlıkla ilgili eksiği olduğunu düşündüğümü söyledim o da bana hak verdi :)
Diyelim ki bir oyun projesinde size sadece tek enstrüman kullanma hakkı tanındı. Hangi enstrümanı seçerdiniz ve neden? Bu seçimi bir anlatı biçimi olarak nasıl kullanırdınız?
Kişisel olarak çok sevdiğim, kendi tınılarıma yakıştırdığım enstrümanlar var. İstanbul kemençesi, obua, kanun, viyolonsel ve tabii ki piyano sık kullandığım enstrümanlar. Ayrıca müzik kutusu, ksilofon, metalofon, rain drum, ocean drum, büyülü sesi ile theremin ve kristal bardaklardan çıkan sesler gibi alternatiflere bayılıyorum. Oyunu bilmeden ve metni okumadan bu soruya cevap vermem çok zor olsa da, yalnızca bir enstrüman seçme zorunluluğum olursa piyanoyu tercih ederim. Hem teknik hem de müzikal olarak geniş bir paletim olur. Piyano tek başına bütün orkestrayı kulağınıza fısıldar.